BAĞYURDU DEĞERLENDİRME RAPORU-2006

BİTMEYEN 11 EYLÜL:

Derinleşen Öteki ve Sıradanlaşan Irkçılık

AVRUPA'DA AYRIMCILIK RAPORU

İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği

MAZLUMDER

2006

SUNUŞ

11 Eylül 2001 saldırılarının ardından 'uluslararası terörle savaşı' ön plana çıkararak Ortadoğu'ya yönelik askeri müdahaleler dönemini başlatan ABD'nin bu tavrı bütün dünyada olduğu kadar, milyonlarca mültecinin, yabancının ve azınlık grubunun yaşadığı Avrupa'da da 'öteki'ni hedef alan saldırıların artmasına ve ayrımcılığın kökleşmesine yol açmıştır.

Aslında kökleri 11 Eylül öncesine dayanan, ancak 11 Eylül'le birlikte tırmanışa geçen bu ayrımcı uygulamaların hedef kitlesini ise, gerek küresel düzeydeki ABD politikaları açısından olsun gerekse bölgesel düzeydeki AB politikaları açısından olsun, Müslümanlar oluşturmaktadır.

Müslüman bireylere ve cemaatlere karşı beslenen önyargılar ve bundan kaynaklanan değişik dozajdaki düşmanlıklar, Avrupa ülkelerinde günden güne artmaktadır. Müslümanlar, kasıtlı veya yanlış politikalar sonucu kamusal yaşamda, gerek dinlerinden gerekse kültürlerinden dolayı ayrımcılığa uğramakta, adeta sosyal hayattan soyutlanma ile karşı karşıya gelmektedirler. Hem kamu otoritesi düzeyindeki hem de toplumsal düzeydeki İslam karşıtlığı politikalarının, 90'lı yıllardan sonra, dünyada vuku bulan çeşitli siyasal olaylar sonucu tırmanışa geçtiği ve 11 Eylül sonrasında zirveye ulaştığı artık herkesçe bilinen bir gerçektir.

Bu gerçekten hareketle, MAZLUMDER, Avrupa genelinde baş gösteren ayrımcı uygulamaları yıllık bazda izlemeyi ve değerlendirmeyi kararlaştırdı. Elinizdeki raporu bu dizinin ilk ürünü olarak sunuyoruz.

Raporun ortaya çıkışı iki ayrı aşamada gerçekleşti. İlk aşamada, MAZLUMDER bünyesinde oluşturulan "Avrupa'da Gelişen Ayrımcılığı İzleme Komitesi", 11 Eylül sonrasında gelişen sürece ilişkin olarak basına yansıyan ayrımcı uygulamaları, olayları ve yasaları taramak yoluyla elde edilen verilerden ve konuya ilişkin akademik-bilimsel kitap ve makalelerin takibi yoluyla ortaya çıkan bulgulardan hareketle raporun taslak halini oluşturdu.

İkinci aşamada ise, taslak halindeki bu metnin, kendisine ilişkin olarak kaleme alındığı ülkeler örneğinde incelenmesi ve bu yolla da metnin içerdiği aşırılıkların ve eksiklerin giderilmesi amacıyla oluşturulan ve içinde akademisyenlerin de yer aldığı Mazlumder heyeti, Almanya ve Fransa'ya giderek çeşitli sivil toplum kuruluşları, insan hakları örgütleri, dernekler v.b. ile görüştü.

Bu bağlamda, Mazlumder üyelerinden Mehmet Doğan ve Ahmet Kızılkaya ile Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi araştırma görevlilerinden Dr. Erdem Denk ve Hasan Saim Vural'dan oluşan Mazlumder heyeti, Almanya ve Fransa'da şu kuruluşlarla görüşmeler yaptı:

- Tehdit Altındaki Halkları Koruma Örgütü (GFBV)

- Uluslararası İnsan Hakları Federasyonu (FIDH)

- İnsan Onuru ve Hakları Derneği (HDR)

- Avrupa Türk İslam Birliği Merkezi (ATİB)

- Milli Görüş Genel Merkezi (IGMG)

- Kanal Avrupa Televizyonu

Raporun hazırlanmasında katkısı bulunan herkese ve özellikle, merkezi İstanbul'da bulunan Araştırma ve Kültür Vakfı'na teşekkür ederiz.

Ayhan Bilgen

Genel Başkan


GİRİŞ

İnsan haklarına ilişkin bildirileri, bu hakların doğasına ilişkin evrensel dogmaların ifadesi olmaktan çok, insan olmaya ilişkin temel niteliklerin gerçekleşebilmesi ve insanlık onurunun korunup yaşatılabilmesi için gerekli olanaklar olan temel hakları herkes için sağlamaya yönelik istemlerin dile getirildiği metinler olarak görmek yerinde olacaktır. Temel haklar, ancak bu istemlerin yaygınlığı ve temel hakların korunup geliştirilmesi hususundaki oydaşmanın gücü ölçüsünde güvenceler haline dönüşebilir. Gerçekten insanın temel hakları, yine insanlar tarafından gerçekleştirilen ve insan doğasına yabancı olmayan eylemlerin tehdidi altındadır. Savaşlar, zorbalık, baskı, horgörü, zayıfların güçlülerce ezilmesi, kölelik ve kolonileştirme gibi olumsuz pratikler, yalnızca geçmişe ait örnekler değildir; şu veya bu biçimde bugün de gözlediğimiz ve ortadan kaldırılmaları için yoğun ortak çabaya gerek duyduğumuz tehditlerdir.

İnsanlığın son yüz yılı, bir yanda insanın giderek daha gelişmiş teknikler ve olanaklarla hemcinsinin varlığına ve onuruna saldırmasına, diğer yanda insan onurunun ve varlığının korunması için gerekli asgari hakların herkes için güvenceye alınmasını amaçlayan bir oydaşmanın ve ortak çabanın güç ve belirginlik kazanmasına tanık olmuştur. Bugün, evrensel insan hakları anlayışı, söylem düzeyinde üstünlük sağlamış görünmektedir; ancak bu üstünlük, söylemin öngördüğü hakların yeryüzünün hemen her yerinde bir biçimde ihlal edilmekte olduğu gerçeğiyle birlikte düşünülmelidir. Yeryüzünün bazı bölgeleri, yoksulluk, kıtlık, savaş gibi ağır koşullar altında hemen hiçbir hakkın güvencede olmadığı kara delikler halindedir; ancak, zenginlik ve barış içinde yaşayan uygarlık adalarında da evrensel insan hakları açısından kabul edilemez gelişmeler yaşanmaktadır: Temel haklar bakımından vatandaşlarla yabancılar ve göçmenlerle yerleşikler arasında ortaya çıkan uçurum, sefalet koşullarında yaşayan marjinal sınıflar, köleliğin, ırkçılığın ve ayrımcılığın yeni biçimlere bürünerek tekrar tekrar hortlatılması gibi.

Temel hakların korunmasına ve geliştirilmesine adanmış girişimlerin ve evrensel insan hakları söyleminin yansıdığı dramatik küresel arka plan budur. İnsan haklarından söz etmenin, ancak bu korkutucu gerçekliğin bilincinde olduğumuzda gerçekten bir anlamı olabilir; çünkü İnsana ve haklarına yönelik saldırılar karşısında etkili davranış yöntemleri geliştirmek istendiğinde ilham alınacak yer bu gerçekliktir. Dahası, insan haklarına ilişkin bilincin yükseltilmesi çabası bir inanca dayanmaktadır: Bu inanç, ihlalleri önleyici bir biçimde hareket edilebileceğine; en azından uzun vadede bireyler ve topluluklar için temel hakları güvence altında bulunduracak bir davranışı elde edecek tarzda, tüm insanların düşüncelerine ve yaşamlarına özgürlük, saygı ve hoşgörüyü yerleştirebileceğine inanmaktan ibarettir. İnsanla insan, insanla toplum, insanla devlet ve toplumla devlet arasındaki ilişkilerin barışçıl olması bu inancın gerçekleşmesine bağlıdır.

Bu raporun temel amacı, insan haklarının korunması ve geliştirilmesi için küresel ortak mücadele bağlamında, Avrupa'da son dönemde meydana gelen insan hakları ihlallerindeki artışın ve yabancılara yönelik kısıtlamaların ortaya çıkarmış olduğu en önemli sorunların tespit edilerek raporlanması ve bu yolla bir kamuoyu oluşturulmasıdır. Bu çerçeve içerisinde, ayrımcılığın, siyasal, hukuksal ve gündelik pratikler üzerindeki etkileri bazı Avrupa ülkeleri örneğinde incelenecektir. Bu incelemenin konusunu oluşturan ve Avrupa'daki ayrımcı politikaların hedefi haline gelmiş olan yabancıların, mültecilerin ve Müslüman azınlıkların hakları üzerinde süregiden ihlallerin tespitinde şu sorun başlıkları karşımıza çıkmaktadır:

a) Dil sorunu

b) Eğitim sorunu

c) İşsizlik

d) İşkence ve kötü muamele

e) Asimilasyon

f) Ayrımcılık

g) Kültür çatışması

h) Din çatışması

ı) Aile birleşimi/oluşturma hakkına konulan sınırlamalar

Elinizdeki rapor, bu alandaki pek çok diğer çalışma gibi, evrensel insan hakları bilincinin canlı tutulması yoluyla özgürlük, saygı ve hoşgörünün yaşamlarımıza yerleşebileceğine dair inanca dayanmakta; ve bu sorun alanlarında yaşanan ihlallerin bir haritasını kamuoyunun dikkatine sunmak suretiyle, bu bilince bir katkı yapmak amacını taşımaktadır.


1) TARİHSEL SÜREÇ

Günümüz insan haklarının bazı temel özelliklerine bir dereceye kadar öncülük eden tarihsel olarak çok önemli evrensel fikir ve önerilerin ya da ulusal yasal düzenlemelerin bulunduğu gerçeği bir yana, günümüz insan haklarının kat'i, kayıtsız şartsız evrenselliği ve bu şartların korunması için gerekli sorumluluk yapısı tamamen ve kesinlikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan yeni uluslararası düzenin ürünüdür ve Birleşmiş Milletler Tüzüğü'nün sayesinde ortaya çıkmıştır.

İkinci Dünya Savaşı'ndan önce insan haklarının korunması salt ulusal bir sorun olarak düşünülüyordu. İngiliz, Amerikan, Fransız Bildirgeleri ve bazı anayasalar, gerçekte kendi vatandaşlarına ve ülkelerinde bulunan kişilere yönelik hükümler içeriyordu. Devletler, genel olarak, başka bir devletin insan haklarına ilişkin sorunları ile ve o devletin bu alandaki uygulamaları ile kendi vatandaşları söz konusu olmadığı ve siyasi, dini veya diğer nedenlerle ilgilendikleri kişileri amaçlamadığı sürece ilgilenmiyorlardı. Bu ilgisizliğin sebebi, Devletleri ortak ilke ve amaçların etrafında toplayıp bir araya getiren ve o Devletler üzerinde belli bir otoriteye sahip olan uluslararası bir örgütün yokluğuydu. Bu anlamda, Milletler Cemiyeti'nin kurulması insan haklarına saygı düşüncesinin uluslararası nitelik kazanmasının ilk adımını oluştursa da insan haklarına saygı, Birleşmiş Milletler Teşkilatı'nın kurulması ile uluslararası, hatta evrensel bir boyut kazanmıştır.

İnsan hakları standartlarının oluşturulması ve evrensel düzeyde kabul görmesi 1945'ten sonra Birleşmiş Milletler Şartı'nın himaye ve sayesinde oluşturulan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi sayesinde mümkün olmuştur. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda 10 Aralık 1948 günü kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, kendi deyimi ile, ''bütün halklar ve uluslar için erişilmesi gereken ortak bir ideal'' oluşturur. Böylece, insan haklarının muhafazası için oluşturulan İkinci Dünya Savaşı sonrası uluslararası rejim, yaşayan hiç bir insan ferdini istisna etmeden çok yüksek öncelikte bir eşit insan haysiyeti ilkesine siyasal bağlayıcı nitelikte bir taahhüdü içeriyor ve insanların insan haklarının tanınması, tasarrufu ve uygulanması konusunda hangi gerekçelerle olursa olsun ayrımcılığa açıkça yasaklama getiriyordu.

İnsan haklarının somutlaşmasını sağlayan bu metin, kabulünden 18 yıl sonra, yani 1966'da kabul edilen ve İkiz Sözleşmeler olarak da bilinen Uluslararası Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi ile Uluslararası Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi'yle tamamlanmıştır. Bu iki anlaşma, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nde belirtilen hakları daha ayrıntılı bir şekilde ele alır ve 1976'dan bu yana da uluslararası hukukun bir parçası olarak yürürlüktedir.

Uluslararası insan hakları standartları sistemine Evrensel Bildirge'den sonra ilave olunan insan hakları normlarının bolluğundan söz edemeyiz, ancak bu doğrultuda, 4 Aralık 1986'da Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda Gelişme Hakları Deklarasyonu benimsenmiş ve yine aynı gün Genel Kurul, İnsan Hakları Alanında Uluslararası Standartları Tayin Eden Kararı da onaylamıştır.

Böylece gelişen bu uluslararası insan hakları rejimi, Birleşmiş Milletler' den ayrı olarak, Avrupa'da 1952 yılında yürürlüğe giren Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesiyle de, sözleşmede koruma altına alınan temel hak ve özgürlüklerin ihlalini taraf ülkelerde bağlayıcı nitelikte çözümleyen bir düzenlemeler zinciri oluşturarak insan hakları bilincinin bölgesel düzeyde derinleşmesini sağlamıştır.

Evrensel insan haklarının korunması için var olan bu uluslar arası rejimin temel niteliği Devletin işlediği insan hakları ihlallerine odaklanmasıydı. Bu durum 1991'de SSCB'nin yıkılmasına kadar devam etmiştir. SSCB'nin yıkılmasıyla sona eren Soğuk Savaş sonrası dönemde insan hakları kavramının tanımı değişmiş ve daha değişken, daha dinamik bir insan hakları kavramı ortaya çıkmıştır. Bu yeni dönemde, insan hakları vurgusu yalnızca devletin yaptığı ihlaller üzerinde odaklanmamış, yanı sıra özel alandaki insan hakları ihlalleri de önem kazanmaya başlamıştır. Bu bağlamda, şirketlerin, kocaların, babaların yaptığı ihlaller gündeme gelmiş ve kamusal alandan daha çok aile içinde hakları ihlal edilen kadınlara yönelik haklar ön plana çıkmıştır. 1993'te Viyana'da yapılan Birleşmiş Milletler Dünya İnsan Hakları Konferansı'nda kadınların maruz kaldığı hak ihlalleri saptanmış ve daha sonra tüketici hakları ve çevre hakları da insan hakları olarak kabul edilmiştir.

Bu süreçte, devletlerin kendi iç düzenlemelerini diğer devletlerin ve uluslararası örgütlerin denetimine açma yönündeki eğilim ve tercihleri ön plana çıkmıştır. Devletler kendi iradeleriyle 'iç alanı' dışarının denetimine açmıştır ve ulusal düzlemde eylemlerini kısıtlayacak uluslararası yükümlülükler altına girmişlerdir. Bu durumun en gelişmiş olduğu yapılar ise Kuzey Amerika ve Avrupa Birliği'nde ortaya çıkmıştır.

Yine Soğuk Savaş döneminin hukuki bağlayıcılık ve mekanizmalardan yoksun yumuşak (soft-law) bir insan hakları deklarasyonundan farklı olarak, taraf ülkelerde soykırımı, savaş suçları ve insanlığa karşı suçları yargılamakla yetkili bir uluslararası Ceza Mahkemesine doğru evrilen bir uluslararası normatif-hukuksal yapının oluşmaya başladığı bir dönemdir. 18 Temmuz 1998'deki diplomatik konferansta, Uluslararası Ceza Mahkemesini kuran Roma Statüsü kabul edilmiştir. 1998 yılında atılan bu adım, insan hakları alanında uluslararası hukuksal yapının nasıl dönüştüğünü ve nasıl sert bir hukuka (hard-law) doğru evrildiğini de göstermektedir.

Soğuk Savaş sonrası dönemin değişen uluslararası politik şartlarında ve insan hakları konusunda yaşanan olumlu gelişmelerle oluşmaya başlayan bu yeni uluslararası insan hakları rejimi, 11 Eylül 2001 saldırılarıyla ciddi bir darbe yemiştir ve bundan sonrası, insan haklarına yönelik onlarca yıllık kazanımların kaybedilmesi süreci olmuştur.

Gerçekten de, bu süreçte, insan hakları alanında çok önemli gerilemeler yaşanmış ve eskiden insan hakları kavramına hararetle sahip çıkan gelişmiş ülkeler, şimdi kendileri insan haklarını ihlal eder hale gelmiştir.

11 Eylül saldırılarından sonra oluşan bu yeni süreçte, insan haklarının korunmasının ve standartlarının ciddi olarak tehdit altında olduğu, tamamen yeni bir küresel durum oluşmuştur.Terörizm ile mücadele adına hükümetler ve yönetimler, açıklamış oldukları daha fazla güven oluşturma amacı ile bir dizi önlem, yasa ve politikayı kabul etmişlerdir.

Alınan bu önlemler sonucu, özellikle Araplara ve Müslümanlara karşı olmak üzere ırkçılık, ayrımcılık ve hoşgörüsüzlükte gözle görülür düzeyde bir artış olmakla kalmamış; daha önce hukuk düzeni ile yönetilen toplumların sınırları içerisinde işleyeceği en dar çerçeve olarak kabul edilen insan hakları standartları doğrudan sorgulanmaya başlanmıştır. Bugün bu standartlar, yönetimler tarafından direkt ayrımcı yasalar dahil, ciddi olarak sorgulanmaktadır.

Bu sorgulama bağlamında, 11 Eylül sonrası yeni algılanan uluslararası terörizm tehdidine karşı AB'nin yanıtı hızlı ve kapsamlı olmuştur. 20 Eylül 2001 tarihinde düzenlenen Özel Avrupa Konseyi 'Terörizm ile ilgili yol haritası' hazırlamıştır. ABD'de de benzeri bir süreç yaşanmış ve Uluslararası Af Örgütü, ABD ve AB ülkeleriyle ilgili olarak hazırladığı raporlarda insan hakları ihlallerine ilişkin olarak duyduğu kaygıları dile getirmiştir.

ABD'nin öncülüğünde oluşturulmaya başlanan yeni dünya düzeni, ilk olarak Afganistan'da ve daha sonra da Irak'ta giriştiği işgaller yoluyla şiddetin ve baskının küresel düzeyde egemen olmasına yol açmıştır. Bunu bir sonucu olarak da, başta demokratik ülkeler olmak üzere, demokratikleşmekte olan ülkeler ve anti-demokratik ülkeler güvenlik gerekçesiyle hem siyasi muhalefeti kolayca bastırabilmişler hem de ülkelerin de anti demokratik kanunlar, başta terörle mücadele kanunları olmak üzere çıkarabilmişlerdir.

Kısaca ve son olarak söylersek, dünyanın 11 Eylül saldırılarıyla girdiği ve hala devam eden bu yeni süreçte, 'insan hakları' kavramının yerini 'güvenlik' kavramı almış ve başta ABD ve Avrupa Birliği ülkeleri olmak üzere önemli ölçüde ve gittikçe artan oranda hak ihlalleri olmuştur ve olmaya devam etmektedir.


2) AVRUPA'DA AYRIMCI UYGULAMALAR

11 Eylül 2001 saldırılarının ardından küresel düzeyde tırmanışa geçen insan hakları ihlallerinin hedef kitlesi haline gelen yabancıların, mültecilerin ve Müslüman azınlıkların maruz kaldığı ayrımcı uygulamaları Avrupa genelinde inceleyebilmek için, öncelikle bir kurum olarak Avrupa Birliği'nin konuya yönelik yaklaşımları ana hatlarıyla ve bir kaç başlık altında ele alınacaktır. Daha sonra da, ayrımcı uygulamaların yoğun olarak yaşandığı ve hak ihlalleriyle öne çıkan bazı AB ülkeleri açısından sorun incelenecektir.

2.1) Avrupa Birliği ve Ayrımcı Politikalar

Avrupa'da son yıllarda meydana gelen insan hakları sorunlarındaki artışı ve yabancılara yönelik kısıtlamaları üç ana başlık altında incelememiz mümkündür:

- Terörizm ile Mücadele Sırasında İnsan Hakları İhlallerinin Normalleştirilmesi

- İltica Hakkının Aşındırılması

- İslamofobi: Ayrımcılığın Normalleşmesi

2.1.1) Terörizm ile Mücadele Sırasında İnsan Hakları İhlallerinin Normalleştirilmesi

11 Eylül 2001 saldırılarından sonra başlayan süreçte 'Terörizm ile Mücadele' adına ve daha fazla güven oluşturma amacı ile alınan bir dizi önlem, yasa ve izlenen politikalar sonucu, özellikle Araplara ve Müslümanlara karşı olmak üzere ırkçılık, ayrımcılık ve hoşgörüsüzlükte ciddi artışlar olmuş ve insan hakları standartları ciddi olarak sorgulanmaya başlamıştır. Bu bağlamda, 11 Eylül sonrası algılanan uluslararası terörizm tehdidine karşı bir tedbir olarak Avrupa Birliği, 20 Eylül 2001 tarihinde düzenlenen Özel Avrupa Konsey'inde ' Terörizm ile İlgili Yol Haritası' hazırlamıştır.

Bu anlamda, ilk olarak, terörizmle mücadele ile ilgili Konsey Çerçeve Kararı 13 Haziran 2002'de kabul edilmiştir. İkinci olarak, Avrupa tevkif müzekkeresi ve teslim prosedürü ile ilgili Konsey Çerçeve Kararı, AB içerisinde, sadece terörizm için değil, diğer tüm iade hakkı olan cezalara uygulanabilen daha basitleştirilmiş bir iade şekli getirmiştir. Buna göre; kişilere isnat edilen fiillerin her iki ülke yasalarında suç olarak nitelenmiş olmasına gerek duyulmadan, iade talepleri AB üye ülkeleri arasında yürütülebilir. Yani, AB üye ülkelerinin terörizm ile ilgili yasalarının tanımlamaları AB tanımlamasının çok ötesine geçtiği durumlarda bile, iade talepleri dikkate alınır ve bu talepler AB genelinde geçerli olur şeklinde bir anlayış getirmiştir.

Ayrıca, sanık ve şüpheliler için usuli koruma önlemlerini sağlama taahhüdü de henüz gerçekleştirilmemiştir ve daha itham edildikleri suçtan hüküm giymemiş kişiler dahi, şüpheli uluslararası teröristler arasında gösterilerek Resmi Gazetede yayınlanan halka açık bir listede afişe edilmişlerdir.

2.1.2) İltica Hakkının Aşındırılması

Avrupa Birliği'nin endişe verici temel hak ihlallerinden biri de mülteci koruma mekanizmalarının giderek bozulmasıdır. İltica durumunun belirlenmesi için uygun prosedürlerin yokluğu veya azlığı, ilgili başvuru prosedürleri ve bunların uluslararası standartlara uymaması mülteciler ve sığınmacılar açısından ciddi sorunlar doğurmaktadır.

Polisin, sınır ve sahil muhafazalarının sığınmacı ve göçmenlerin hayatı ve güvenliğine tehdit oluşturan uygulamaları uluslararası standartlara uymamaktadır. Bunun en bariz örneği, Avrupa Bakanlar Konseyinin, Parlamento'nun 13 Ekim'deki ret kararına karşın, 1 Aralık 2005'te yayınladığı yönerge ile ''güvenli kaynak ülke'' kavramını AB mevzuatının bir parçası haline getirmesi olmuştur. Normalde, bütün iltica başvurularının, başvurunun özel şartlarına göre değerlendirilmesi gerekirken, ''güvenli kaynak ülke'' kavramı, AB ülkelerine belli ülkelerden gelecek iltica taleplerini incelemeden reddetme yetkisi vererek uluslararası mülteci hukukunda yerleşmiş bir norm olan 'geri-göndermeme' ilkesini açık bir şekilde ihlal etmiştir.

2.1.3) İslamofobi: Ayrımcılığın Normalleşmesi

Avrupa'da yaşayan Müslüman toplulukların hemen hemen tamamı kendilerine karşı artan oranda hissedilen bir düşmanca atmosferle karşı karşıyadırlar. 11 Eylül saldırılarından sonra daha belirgin bir hal almaya başlayan bu atmosfer tarihten gelen önyargı ve şüphelerle şekillenmektedir. Bu önyargı ve şüpheler ışığında, bütün Müslümanlar cahil ve kötü olarak görülmekte ve dışlanmaktadırlar. İslam ve Müslümanlar 'terör, şiddet ve diğer olumsuzluklarla' anılarak genelleştirilmektedir. Kamu kurumlarında Müslümanlar tanınmamakta ve kimliklerine saygı gösterilmemektedir. Müslüman olarak tanınan kişilere, camilere, Müslümanların mülkiyetine ve mezarlıklarına yönelik bıktırıcı ve şiddet içeren saldırılar olmaktadır.

İşte bu durum, kısaca "İslam'dan, Müslümanlardan ve onlara dair olan şeylerden duyulan kaygı ya da korku" diye tanımlayabileceğimiz İslamofobidir.

Aslında, İslamofobi, daha az düzeyde de olsa önceden beri var olan ve derin bir şekilde kökleşmiş bir önyargıdır. Bununla birlikte, 2001'den sonra Müslüman toplulukların varlığı ve yaşadıkları toplumlar üzerindeki olumsuz etkileriyle ön plana çıkarak temel sorun haline gelmiştir. İster ayrımcılık ve hoşgörüsüzlük olarak ister bir çeşit şiddet olarak görülsün, İslamofobi, sosyal ve politik birliği tehdit ettiği gibi insan haklarının da ihlaline yol açmaktadır. Şurası kesindir ki, İslamofobi, nüfusun çoğunluğunun İslam'ı bilmediği, tanımadığı yerlerde görülmektedir.

Özellikle Avrupa'da son yıllarda sağ radikal hareketlerin yükselişe geçmesi, artan İslamofobi ve Türkiye- Avrupa Birliği ilişkilerinde yoğun olarak gündemde tutulan 'kültür', 'din' ve 'tarih' tartışmaları sonucunda bir takım krizler baş göstermektedir. Bu anlamda, karikatür krizi süresince yaşananlar oldukça düşündürücüdür.

Danimarka'da başlayan bu krizi 'basın özgürlüğü' bağlamında değerlendiren Avrupalı yöneticilerin bir kısmı, Avrupa Birliği müktesebatını ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin bu konudaki içtihatlarını hiçe saymışlardır.

Gerçekten de Avrupa müktesebatına göre peygamberlere küfür edilemeyeceği gibi dinlere de hakaret edilemez. Ayrıca AİHM'nin bu konuda içtihat mahiyetinde kararları da bulunmaktadır. Bu kararlardan birincisi 23.08.1994 tarihli Otto-Preminger-Institut/Avusturya kararıdır. Bu kararda 'Hristiyanlığa ve Hz. İsa'ya hakaret içeren film, fikir özgürlüğü kapsamında değerlendirilemez.' denmektedir. Allah'a ve dine hakaret içeren bir kitabın yazarının ve yayımcısının ceza kovuşturmasına uğramasını konu edinen 14.09.2005 tarihli İ.A./Türkiye kararında ise şöyle denilmektedir: 'Fikir özgürlüğü İslam'a hakareti içeremez.'.

Avrupa Birliği müktesebatına ve AİHM'nin içtihat niteliğindeki kararlarına rağmen, Avrupa Birliği'nin her hangi bir önlem almaması ve sadece basit kınamalarla yetinmesi, söz konusu gelişmelerin ardında yatan İslam düşmanlığını güçlendirmektedir.

2.2) Ülke Örnekleri

Avrupa düzeyinde politikalar ve uygulamalar inceledikten sonra, tek tek ulusal örnekler üzerinde durarak, Avrupa genelinde hakim olan ve farklı ülkelerde benzer ulusal politikalar ve uygulamalarla görünürleşen ortak eğilimlerden söz etmek yerinde olacaktır.

İNGİLTERE:

Dünyanın 11 Eylül saldırılarıyla girdiği yeni dönemeçte, ABD'nin küresel düzeyde yürüttüğü politikaların küresel düzeydeki müttefiki ve savunucusu haline gelen İngiltere'de, son yıllarda ırkçı, ayrımcı ve yabancı düşmanlığına dayalı uygulamalarda ciddi artışlar olmuştur. Bu artışlar, özellikle haksız gözaltılar, kötü muamele ve işkence alanlarında yoğunlaşmıştır.

Bu haksız ve hukuk dışı uygulamaların meşrulaştırılması için bahane olarak kullanılan ve özellikle 11 Eylül saldırıları sonrasında insan hakları aleyhinde yürütülen her türlü politikanın da gerekçesi olarak gösterilen 'Terörle Mücadele' adına 14 Aralık 2001 tarihinde çıkarılan Anti Terör Suç ve Güvenlik Yasası (ATCSA) İngiltere'de, başta Müslümanlar olmak üzere yabancıların ve sığınmacıların aleyhinde yürütülen kampanyanın kaynağını oluşturmuştur.

ATCSA'nın 4. Bölümüne göre, Dışişleri Bakanı sınırdışı edilemez yabancı uyrukluları 'şüphelenilen uluslararası teröristler' olarak tasdik edebilir ve her hangi bir ceza vermeksizin veya duruşma olmaksızın süresiz alıkoyabilir. Bu kararın gerekçeleri, ilgili şahsa veya tercih ettikleri avukatlarına asla açıklanmayan gizli bilgiler içerebilir. Ayrıca Bakan, İngiliz vatandaşı olmayan kişilerin, herhangi bir suçlama veya yargılama olmaksızın tutuklanmasını, gözaltına alınmasını isteyebilir.

Bu doğrultuda, ATCSA uyarınca haklarında bir suçlama yapılmaksızın ve yargılanmadan, belirlenmemiş ve potansiyel olarak sınırsız bir süre için gözaltına alınanların yanısıra bu gözaltı süresince maruz kalınan kötü muamele ve gözaltı koşulları tedirgin edici boyutlara ulaşmıştır. Uluslararası Af Örgütü 11 Eylül 2001 sonrasında yaşanan gelişmeler karşısında İngiltere'nin politikalarından duyduğu rahatsızlığı ifade etmiştir. Buna göre, İngiltere'de ciddi insan hakları ihlallerinin meydana geldiği belirtilmiş ve gözaltına alınan kişilere yönelik muamele ve gözaltı koşulları kınanmıştır. Ayrıca, 22 Aralık 2004'te, Avrupa Konseyi Genel Sekreteri, 2001 tarihli Terörizm Yasası'nın derhal yürürlükten kaldırılmasını istemiştir. Bu kararı İngiltere'deki en yüksek yargısal makam olan Lordlar Kamarası'nın 16 Aralık 2004'te aldığı ve terörist faaliyetlerinden şüphelenilen yabancıların belli bir süre sınırı, iddianame ve yargılama olmaksızın gözaltında tutulmalarını yasadışı ve AİHS' ne aykırı bulan kararı izlemiştir.

Bu tepkiler sonrasında, ATCSA'nın terörizmle suçlanan yabancıların gözaltında tutulmalarıyla ilgili olan 4. kısmı değiştirilerek 11 Mart 2005'te terörizmin önlenmesi başlıklı yeni bir yasa çıkarılmıştır. Bu yasa öncekinden farklı olarak, yalnızca yabancıları değil İngiliz vatandaşları da kapsayacak şekilde düzenlenmiş olmasına karşın, yasa, Müslümanlar başta olmak üzere yabancılara karşı kullanılmaya devam etmiştir. Özellikle 7 ve 21 Temmuz 2005'te meydana gelen saldırılardan sonra terörle mücadele yasasının sertleştirilmesi gündeme gelmiştir. Londra saldırılarının ardından İngiltere'de Müslüman ve göçmenlere yönelik saldırılarda artışlar olmuş ve resmi ağızlardan terörle mücadele yasasının sertleştirileceği, gözaltı sürelerinin uzatılacağı ve göçmenlerin derhal sınırdışı edileceği şeklinde açıklamalar yapılmıştır.

Terör bahanesiyle, başta Müslümanlar olmak üzere yabancılara yönelik yaratılan bu korku atmosferi sonucu halk arasında, göçmenlerin ve Müslümanların hemen hepsine yöneltilen şüpheli terörist anlayışı hakim olmuştur. Bu doğrultuda, İngiliz polisi 'Asyalı ve bombacı' olduğundan şüphelendiği sırt çantalı bir genci vurarak öldürmüştür. Yine aynı günlerde, Asya kökenliler ve Müslümanlar arasında endişe artarken Daily Express gazetesi 'Tüm bombacıları vurun' manşetiyle çıkmıştır. Yine bu korku ve panik atmosferi içinde, bazı Müslüman liderlerin 'persona non grata' ilan edilerek ülkeye girişleri yasaklanmış, Müslümanlara ait mezarlıklara yönelik saldırılar olmuş ve Müslümanların can ve mal güvenliklerine karşı tehditler savrulmuştur. Ayrıca üniversitelerde Müslüman öğrenciler çeşitli baskılarla karşı karşıya kalmışlardır. Müslüman öğrenciler ve gruplar, bazı konferanslara ve toplantılara alınmamış, Müslüman öğrenciler aleyhine bir takım olaylar yaşanmıştır.

İngiltere'nin başta Müslümanlar olmak üzere yabancılara yönelik izlediği ırkçı, ayrımcı politikalar, yalnızca İngiltere ile sınırlı kalmamıştır. İngiltere'nin ABD ile birlikte Irak'ta paylaşmış olduğu işgalci rol ve İngiliz askerlerinin Irak'ta sivil halkı öldürmeleri, esirlere kötü muamelelerde bulunmaları ve işkence yapmaları İngiltere'nin insan hakları ihlallerini küresel düzeyde gerçekleştiren bir ülke olarak algılanmasına yol açmıştır.

Aslında, İngiltere'nin insan haklarına yönelik ihlalleri ve bu ihlallerin muhatapları olan Müslümanlara ve göçmenlere yönelik ayrımcı politikaları 11 Eylül sonrasında yoğunlaşmış olsa bile, çok daha gerilere uzanır. İngiltere'de yıllardır süregelen, ancak 11 Eylül sonrasında gündem oluşturabilecek kadar öne çıkan bu ihlallere, genel olarak baktığımızda, İngiltere'de ırkçı sebeplerle işlenen suç ve şiddetin 1994'ten 2004 yılına kadar geçen 10 yıllık sürede 10 kat arttığını görürüz. Irkçı Şiddet Kurbanlarına Yardım Vakfı'na başvuranların sayısı 10 yıl önce 3 bin 72 kişi iken bu rakam 10 yıl sonra 33 bin 374 kişiye ulaşmıştır. Bu kaygı verici artış, yalnızca sayısal olarak gerçekleşmemiş, aynı zamanda ayrımcılığın ve ırkçılığın boyutlarını da genişletmiştir. Artık devlet hastanelerinden futbol sahalarına kadar her yerde ırkçılığın izlerini görmek mümkündür. Nitekim, 2004 yılı başlarında İngiltere'de açıklanan bir resmi soruşturma raporunda ırkçılığın devlet hastanelerine kadar uzandığı açıklanmıştır. Azınlık mensuplarının ve özellikle siyahların İngiltere'de milli sağlık sistemi içinde ihtiyaç duydukları ve hak ettikleri teşhis ve tedavi imkanlarından yararlanamadıkları da bu raporda açık bir şekilde ortaya konmuştur.Irkçılığın izlerini futbol sahalarında görmek de mümkündür. Özellikle siyahi oyuncuların maymun sesi çıkarılarak aşağılanması İngiltere'de rutin bir hal almıştır.

Bütün bu uygulamalar, İngiltere'nin bu konudaki sicilini kabartırken meydana gelen olaylar karşısında İngiliz yöneticilerinin sergilemiş oldukları tavır oldukça düşündürücüdür. 2001 yılında dönemin Göçmen İşlerinden sorumlu Bakan Yardımcısı olan Barbara Roche, yaptığı bir konuşmada, yapılan ayrımcılığı savunarak ülke sınırına gelen herkese eşit muamele yapmanın işleri yavaşlattığını ve dolayısıyla mültecilere eşit davranamayacaklarını açıklamış ve ırkçılığın resmi düzeyde de kabul gören bir anlayışa dönüştüğünü ortaya koymuştur.

Sonuç olarak İngiltere, hem ulusal düzeyde hem de küresel düzeyde yürüttüğü politikalarıyla başta Müslümanlar olmak üzere yabancılara yönelik ayrımcı uygulamaların hem savunucusu hem de uygulayıcısı olarak öne çıkan bir ülke halini almıştır.

FRANSA:

Avrupa'nın köklü demokrasilerinden biri olarak kabul edilen Fransa'da, son yıllarda ırkçılık, ayrımcılık ve hoşgörüsüzlükteki artış başlıca yönelimler olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu yönelimlere, bütün dünyada olduğu gibi Fransa'da da hız kazandıran 11 Eylül saldırıları ve sonrasında gelişen süreç olmuştur. 11 Eylül 2001 saldırılarından itibaren, 'terörle mücadele' adına çıkartılan tüm yasalarda ırkçılık resmileşmiş ve yabancı olmak, suçlu görülmek için yeterli olmuştur. İşte bu atmosfer, 27 Ekim 2005'te başlayan ve Fransa'yı Paris olayları diye tanımlanan iç savaş ortamına doğru sürüklemiştir.

Paris'in varoş kesimlerinde yaşayan Afrika asıllı 2 yabancı gencin polisten kaçarken sığındıkları elektrik trafosunda can vermeleri ile patlak veren olayların en büyük sebebi olarak, Fransa'nın mevcut siyasi sistemindeki azınlık politikaları, sosyal ve ekonomik politikaları ile dini alanda özellikle Müslümanlara karşı olan ve başörtüsünün devlet okullarında yasaklanması ile devam eden politikaları gösterilmektedir.

Bu sebeplerin başında, sosyal ve ekonomik politikalar gelmektedir. Bu açıdan bakıldığında, Fransa'da çalışma hayatına ilişkin istatistikler oldukça düşündürücüdür. İşsizlik oranı genel olarak yüzde 10 iken, gençler arasında bu oran yüzde 21'e ulaşıyor. Müslüman gençler arasında ise yüzde 40-50'ye kadar varıyor. Fransa'da 2004 yılında yapılan bir araştırmaya göre bildik Hıristiyan ya da Fransız adlarıyla başvuranların yüzde 75'i iş görüşmelerine çağrılırken, Cezayirli veya Arap adlarıyla başvuranların ancak yüzde 14'ü çağrılmıştır.

Ayrıca ayrımcılık salt iş hayatına özgü bir durum değil, konut bulmada da benzer bir sorun yaşanmaktadır. Birçok büyük kentin banliyölerinde, örneğin Paris'te, yerliler 'yabancıların' yoğunlaştığı semtleri terk ederken, yerlilerin oturduğu daha bakımlı semtlerde yabancıların kiralık ev bulmaları da, hem gelir düzeyi farkı hem de ev sahiplerinin ve ilgili kurumların çıkardıkları zorluklar nedeniyle oldukça zordur. Yaşanan bu ayrışma sonucu gettolaşma ortaya çıkmaktadır ve göçmenler, özellikle de göçmen gençler arasında ciddi tepkiler oluşmaktadır.

Başörtüsü sorunu da tartışmaların odağında yer almaya devam etmiştir. 2004 yılında hükümetin politik kaygılarını yansıtan bir kararla devlet okullarında var olan dinini ve inancını ifade etme özgürlüğünün aleyhinde bir uygulamaya geçilmiştir. 2004 yılının Mart ayında, Başkan Jacques Chirac'ın, Müslüman öğrencilerin tamamen okullardan soyutlanmasına neden olacak başörtüsüne yasak getiren kanunu onaylaması Fransa'daki anti göçmen ve ırkçı çevreleri memnun etmiştir.

İşte bu göçmen tepkisi sonucu patlak veren Paris olayları sırasında hem hukuki hem de siyasi bazı kararlar alınmış, ancak bu kararlar da bazı sorunlara sebep olmuştur. Örneğin, olaylar esnasında oldukça fazla sayıda gözaltı ve tutuklanma yaşanmıştır. Sokaklarda rasgele yapılan kimlik kontrollerinin azınlıkları, Müslüman ve Yahudi vatandaşları hedef alması gerginliği artırmıştır. Ayrıca, Fransa İçişleri Bakanı Sarkozy'nin, ayaklanan göçmenler için ' serseriler, bir işe yaramayan unsurlar, pislikler' v.b. şeklinde hakaretler savurması yabancı karşıtlığının resmi düzeyde de karşılık bulduğunu göstermiştir. Ayrıca, olaylar sırasında binlerce polis görev yapmıştır ve polisin sözü geçen gruplara karşı kötü muamelesi huzursuzluk ortamını körüklemiştir.

Yine bu süreçte, Fransa, banliyölerdeki şiddet olaylarının ardından polisin yetkilerini genişletmeye karar vermiştir. Parlamentonun alt kanadında Aralık 2005'te onaylanan yeni terörle mücadele yasası ile Fransız polisinin istediği bilgilere ulaşması kolaylaşıyor, terör zanlılarının gözaltı süreleri ve terör suçlarına verilen cezalar artırılıyor. Yasa, Fransız güvenlik güçlerine video kayıtlarını daha yaygın şekilde kullanma olanağı veriyor. Fransız polisi bundan böyle camileri, alışveriş merkezlerini ve diğer olası hedefleri güvenlik kamerasıyla izleyebilecek. Bu yasayla ayrıca, zanlıların gözaltı süreleri de 4 günden 6 güne çıkarılacak ve terör suçundan 10 ile 15 yıl hüküm giyen yabancı kökenli bir kişinin vatandaşlığı da elinden alınabilecektir.

Fransa'da son yıllarda yabancılara ve özellikle Müslümanlara karşı artışa geçen ırkçılık, ayrımcılık ve hoşgörüsüzlüğü belgeleyen birçok rapor da yayınlanmıştır.

Avrupa Konseyi bünyesinde çalışan 'Irkçılık ve Ayrımcılıkla Mücadele Komisyonu' Fransa ile ilgili olarak hazırladığı raporunda azınlık hakları, ırkçılık olayları ve ayrımcılık konularını analiz ederek bazı tespitlerde bulunmuştur. Buna göre, Fransa AB üyesi ülkeleri içinde Azınlıklar Sözleşmesini imzalamayan tek ülke olarak eleştirilmiş ve bu doğrultuda azınlıkların haklarını korumak için 'Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi' ve 'Avrupa Azınlık ve Bölgesel Diller Şartı'nı imzalaması istenmiştir. Ancak, Fransız Hükümeti, Komisyona verdiği yanıtta, bu sözleşmeyi imzalamayacağını ve Fransa'da azınlık bulunmadığını söylemiştir. Azınlık kavramını, Fransız hukukuna yabancı olduğu gerekçesiyle reddeden Fransız Hükümeti, ayrıca Komisyonun 'Fransa'daki yabancılar sorununun çözümünde kullanılmak üzere' etnik kökene dayalı istatistik toplanması isteğini de etnik kimlik temelinde istatistik verileri toplanması işleminin Fransa'da yapılamayacağını belirterek geri çevirmiştir.

Irkçılıkla Mücadele Komisyonu, Fransa'yı ayrıca, özellikle okullarda Yahudi düşmanlığının yükselmesi, Müslümanların ırkçı söylem ve eylemlere maruz kalması, 11 Eylül olaylarından sonra Müslümanlara karşı ayrımcılık ve ırkçılığın artış göstermesi sonucu, göçmen ve yabancı kökenlilerin Fransa'da iş bulamadıklarını ve ev alamadıklarını, göçmenlerin Fransız toplumunda sahtekar olarak algılandıklarını belirterek, ilk ve orta dereceli okullarda türban takılmasını yasaklayan Fransız hükümetini ayrımcılık yapmakla suçlamıştır.

Ayrıca Avrupa Konseyi tarafından hazırlanan 200 sayfalık Fransa raporu da, Fransa'daki insan hakları ihlallerine odaklanmıştır. Rapor, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde Fransa hakkında her geçen gün daha fazla dava açılmaya başlandığını belirterek özellikle Fransız polisinin insan hakları konusunda ciddi ihlalleri olduğunu belirtmiştir. Gözaltındaki kişilerin tutukluluk koşullarının insani olmadığı belirtilen raporda, tutukluların avukatlarıyla görüştürülmediği, sorgularda şiddete başvurulduğu ifade edilmiştir. Fransız Hükümetinin göçmen politikaları ve kota belirleme kararını da eleştiren rapor, sınırdışı edilecek göçmenlerin tutuluğu gözaltı merkezlerindeki yaşam koşullarını da eleştirmiştir.

Yine Uluslararası Af Örgütü 10 yıl boyunca belgelediği ve ifşa ettiği vakaları göz önüne alarak hazırladığı ' Fransa: Adalet Arayışı' başlıklı raporda adalet sisteminin insan hakları ihlallerini kovuşturma ve cezalandırma konusunda yaygın bir başarısızlık sergilediğine dair kanıtları ortaya koyarak, son yıllarda polisin kötü muamelelerinden kaynaklanan şikayet artışlarına dikkat çekmiş ve hiçbir zaman yargıya intikal edemeyen birçok davanın bulunduğunu belirtmiştir. Örneğin polis tarafından öldürülen Yusuf Haif ve göz altında ölen Ayşe İhiç vakalarının mahkemeye gelebilmesi için 10 yıl geçmesi gerektiği belirtilerek, kamu savcılarının polis memurlarına karşı açılan davaları takip etmede isteksiz davranmaları, polisin gözaltında kötü muamelesi ve buna karşı koruyucu önlemlerin olmaması, adli süreçte gereksiz uzun ertelemeler ve ceza yasasında tam bir işkence tanımının bulunmaması gibi nedenlerle, başta Müslümanlar olmak üzere diğer göçmenler üzerinde ciddi insan hakları ihlallerinin meydana geldiği belirtilmiştir.

Son yıllarda Fransa'da meydana gelen bu gelişmeler, tarihsel olarak insan haklarının öncüsü olan Fransa'nın insan haklarını kısıtlayan muhalif bir ülke konumuna düşmesine neden olmuştur.

ALMANYA:

11 Eylül saldırılarıyla birlikte girilen yeni dönemeçte Batı dünyasıyla İslam arasında dünya çapında baş gösteren sıkıntılı ilişkiler, Alman halkında göçmenlere ve özellikle Müslümanlara karşı bir duygu kabarmasına yol açmıştır. Bu durum, Almanya'da yabancılara yönelik ırkçı politikaların hayata geçirilmesine ve ırkçı saldırıların artmasına neden olmuştur.

Almanya'da yabancılar aleyhine yürütülen ırkçı politikaların başında anadilini konuşma yasağı, sosyal ayrımcılık ve din ve vicdan özgürlüğüne yönelik kısıtlamalar gelmektedir.

Bu bağlamda, Alman okullarında göçmen çocuklarına karşı kısmen uygulanan ve genel bir kural haline getirilmeye çalışılan kendi dillerinde konuşma yasağı ülke genelinde yayılmaya başlamıştır. Özellikle, yabancıların en fazla sayıda bulunduğu Berlin'de bu yasak hayata geçirilmiştir. Yasağın kapsamı da gittikçe genişlemektedir. İlk olarak, okullarda ders sırasında var olan Almanca zorunluluğu, ders dışı saatlere de taşınarak anadilde konuşma özgürlüğü kaldırılmıştır. Bu doğrultuda, Berlin'in Wedding ilçesinde çoğunlukla yabancıların okuduğu Herbet-Roover orta okulunda ders saati dışında da kendi dillerini konuşmaları yasaklanmıştır. Bu yasağa uymayan öğrencilere okulda temizlik cezası uygulanmaktadır.

Okullarda başlatılan anadil yasağının önümüzdeki dönemlerde bir çok yasağı da beraberinde getireceğinden kuşkulanılmaktadır. Açılması düşünülen zorunlu dil kursları, gençleri ve çocukları, kendi kültüründen ve dilinden uzaklaştırma politikasının bir aracı olarak düşünülmektedir. Yine, Alman vatandaşı olmak isteyenlere yönelik ''Vicdan Testi'' soruları da bu adımların bir parçasını oluşturmaktadır ve özellikle Müslümanları hedef alan boyutlara ulaşmıştır. Buna göre, Alman vatandaşlığına geçmek isteyen göçmenler için 100 soruluk bir katalog hazırlanmıştır. İçinde, ' 9. Senfoni'yi kim yazmıştır?', '1848 yılında Frankfurt'taki Pauls Kilisesinde neler olmuştur?', 'Sizce bir kadın tek başına tatile gidebilir mi veya toplumun içine girebilir mi?' v.b. gibi soruların bulunduğu bu testi, Hıristiyan Demokrat Birliği (CDU) üyesi olan Hessen Eyaleti İçişleri Bakanı Volker Bouffier, 'Kim Alman vatandaşlığını elde etmek istiyorsa, ülkemizi ve değerlerini kabul etmeli ve bu konular üzerinde yoğun bir şekilde çalışmalı.' diyerek savunmuştur. Irkçı bir bakış açısıyla hazırlandığı belli olan bu testin içindeki sorulara bakıldığında , özellikle Müslümanları hedef aldığı açıkça ortaya çıkmaktadır.

Almanya'da yabancıların maruz kaldığı ayrımcı uygulamalar kendisini istihdam alanında da göstermektedir. İşsizlik oranını göçmenler arasında oldukça yüksek olmasının en temel sebebini, göçmenlerin iş pazarında ırkçı, ayrımcı uygulamalara tabi tutulmaları oluşturmaktadır.

Yine Almanya'da din ve vicdan özgürlüğü alanındaki kısıtlamalar ve yabancılara yönelik ırkçı saldırılarda da artışlar olmuştur. Kimi eyaletlerde inançlarının gereği olarak başörtüsü takan kadın öğretmenlerin derslere girmeleri yasaklanmıştır. Baden-Württemberg eyaletinde, 2005 Ağustos ayında, başörtülü olduğu gerekçesiyle bir öğretmenin işine son verilmiştir. Bu eyalette, iktidarda bulunan koalisyon hükümeti, 'tarafsızlık ilkesinin korunması' gerekçesiyle, anaokullarında başörtülü olarak öğretmenlik yapmanın yasaklanması için çalışmalar başlatmıştır.

Ayrıca, yabancılara, yabancıların iş yerlerine ve evlerine yönelik saldırılar da sürmektedir. 16 Nisan 2004 tarihinde Bochum'da Araplara ve Türklere ait iki cami polisler tarafından ablukaya alınarak, cami önünde bir masa kurulup Cuma namazına gelenlerin isimleri alınmıştır. Yine, 1-3 Ekim 2004 tarihlerinde, Berlin'de yaşayan Müslümanlara ait derneklerin düzenlemek istedikleri uluslararası konferansın yapılmasına 'terörizme destek toplantısına dönüşebilir' gibi somut olmayan bir gerekçeyle izin verilmemesi de Müslümanlara yönelik ırkçı bakışın bir yansıması olmuştur.

Almanya'da son yıllarda tırmanışa geçen yabancı düşmanlığı ve Müslümanlara yönelik hoşgörüsüzlüğe ilişkin, Avrupa Konseyi'nin ırkçılıkla mücadeleye dair uzman kurumu olan Hoşgörüsüzlüğe ve Irkçılığa Karşı Avrupa Komisyonu'nun (ECRI), 2004 yılında hazırladığı raporunda Almanya'nın sığınmacıları, Yahudi toplumunun üyelerini, Müslümanları ve Roman halkını hedef alan ırkçı, yabancı düşmanlığına dayalı politikaları eleştirilerek, vatandaş olmayanların ve göçmenlerin kamusal yaşamın tüm alanlarında gerçek anlamda eşit olanaklardan yararlanmalarını sağlayan bir zeminden yoksun oldukları belirtilmiştir.

Heyetimizin Almanya seyahati sırasında, Almanya'daki Müslüman sivil toplum örgütleriyle yaptığı görüşmelerde öne çıkan hususlar da yukarıdaki bulguları doğrular niteliktedir. Almanya'ya ilişkin olarak yapılan bu görüşmelerde ortaya çıkan ve aslında Avrupa'nın değişik bölgelerinde yaşayan Müslümanların büyük bir çoğunluğunun da içinde bulunduğu durumu ifade eden saptamaları şu şekilde özetlemek mümkündür:

- Yabancı olmanın yanında Müslüman olmanın zorlukları var. Özellikle 11 Eylül sonrasında, güvenlik, gündemin önemli maddesi olmuş durumda; bu da Müslümanlara güvenlik odaklı bir yaklaşım anlamına geliyor.

- Güvenlik gündemi, Müslüman topluluğun sivil örgütlenmesini geriletecek tedbirlerle sürdürülüyor. Sakıncalı bulunan dernekler idari kararlarla kapatılıyor; diğerleri, güvenlik birimleri ile aktif işbirliğine zorlanıyor.

- Önyargıya dayanan, bilgisizlik ve korkudan beslenen aktif bir nefret olarak nitelenen açık ırkçılık yanında, siyaseten doğru görünümün altında yatan ayrımcı kanaatler ve tutumlarla belirginleşen gizli ırkçılık söz konusu. 11 Eylül sonrasında, açık olanı gizliden ayıran sınır çizgisi, yani siyaseten doğru olanı belirleyen çizgi kaydı; açığa vurulması ırkçılık sayılabilecek tutum ve görüşler hızla normalleşti.

- Güvenlik gündemi, daha önce yalnızca tabloid medyada ve aşırı politikacıların söylemlerinde yer bulan anti-İslam yaklaşımın, devlet politikalarına, ciddi bilinen medyaya ve kamu görevlilerinin söylemine sızmasına zemin hazırlıyor. Müslüman kimliği taşıyan her gerçek ve tüzel kişinin terörist olmadığını ve teröre aktif biçimde karşı koyduğunu beyan etmesi ve dahası kanıtlaması bekleniyor.

- Federal İçişleri Bakanı Otto Schilly örneğindeki gibi, otoriteryen figürler, güvenlik politikalarının sözcülüğünü yaparken anti-İslam ve anti-göçmen bir retorik kullanıyorlar ve bu söylemin normalleştirilmesine hizmet ediyorlar.

- Hukuk devleti geleneğinin güçlü güvenceleri, görünür biçimde aşındırılıyor ve usulüne aykırı idari kararlarla kişi hak ve özgürlüğüne müdahaleler, özellikle Müslüman göçmenler söz konusu olduğunda normalleşiyor.

- Örtünme, hızla çatışma gündeminin merkezine çekiliyor. Orta ve yüksek öğretimde genel olarak örtünme serbestisi var; ancak güncel gelişmeler, orta öğrenimden başlayan ve eyalet düzeyinde düzenlemelerle getirilmekte olan bir yasaklama eğilimine işaret ediyor.

- Adı "göçmen" ya da "yabancı" olsun, ülkeye dışarıdan gelerek yerleşmiş topluluklar hakkında uzun tartışmalar olsa da, bu tartışmaların çok azı göçmen toplulukların katılımıyla gerçekleşiyor. Göçmenler ve özelde Müslümanlar gıyaben tartışılıyor. Ortak bir sorunu birlikte çözmek için diyalog söz konusu değil; Müslümanlar kendi haklarında konuşulurken dahi muhatap olarak tanınıp tartışmaya dahil edilmiyorlar. Müslüman topluluklarla ya da sivil örgütlenmelerle genellikle yalnızca güvenlik birimleri muhatap oluyor.

- Göçmenler, topluma uyum sağlamak için çaba sarf etmemekle suçlanıyor ve paralel toplum oluşturdukları ileri sürülüyor. Aynı insanların birer uyum başarısı olarak görülebilecek olan girişimleri de eleştiriliyor. Örneğin göçmenlerin ekonomik girişimleri "etnik ekonomi" ya da kimi radikal sözcülerce "kolonizasyon" olarak niteleniyor; sivil örgütlenmeleri güvenlik birimlerinin baskısına tabi kılınıyor.

- Toplumsal uyum konusunda ciddi sorunlar var; bunlar devlet politikaları, sivil girişimler ve bireysel çabaların işbirliği ile aşılabilecekler sorunlardır. Devlet, uyumu geliştirmek için uzun zaman hiçbir tedbir almamış da olsa, bugün bulunulan noktanın faturası göçmenlere çıkarılıyor. Uyumu geliştirmek için önerilen politikaların ise entegrasyondan çok asimilasyonu hedeflediği anlaşılıyor. Bu yaklaşım, Otto Schilly "en iyi entegrasyon asimilasyondur" dediğinde olduğu gibi, zaman zaman açıkça ifade ediliyor. Göçmenlerden, köken ülkeleriyle ve dini kimlikleriyle olan aidiyet bağlarının geri plana düşmüş olması bekleniyor, entegrasyon adına.

- Bugün gelinen noktada, eşit sivil haklar için mücadelede zorluklar ve gerilemeler var; hak aramak külfetli ve riskli olabiliyor. Sivil örgütlenmelere katılım bu nedenle geriliyor.

HOLLANDA:

Hollanda'da da diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi göçmenlerle ilgili ciddi sorunlar yaşanmaktadır. Hollandalı göçmenlerin yakındıkları sorunların başında eğitim, işsizlik, aile birleşimine getirilen kısıtlamalar, suç işleyen göçmenlerin sınırdışı edilmeleri ve göçmenlere yönelik ayrımcı uygulamalar gelmektedir.

Son yıllarda yaşanan ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmeler yabancıların yaşamını dayanılmaz hale getirmektedir. Öyle ki, hemen her olayın sorumlusu olarak Müslümanlar ve yabancılar gösterilmekte ve halklar da birbirine karşı kışkırtılarak yabancı düşmanlığı körüklenmektedir. Batı dışından gelenler, artan adi şiddet vakalarına sebep olarak gösterilebilecek günah keçileri şeklinde algılanmaktadır. Anavatandan getirilecek eş için 3 bin Euro depozit istenmesi, 600 saatlik dil dersinin göçmenlere zorunlu tutulması v.b. uygulamalarla göç şartları da gittikçe ağırlaştırılmaktadır.

Göçmenlerin sahip oldukları haklar, hemen her gün bir yenisi çıkarılan yasalarla geri alınmakta ve göçmenler üzerindeki baskılar artmaktadır. Eğitim ve sağlık harcamalarına kadar her alanda kesintiler yaşanırken, terör bahanesiyle yaratılan korku ve panik bahane edilerek güvenlik harcamaları arttırılmakta ve Hollanda, yabancılar açısından polis ve baskı devletine dönüştürülmeye çalışılmaktadır.

Irkçılık da hızla yaygınlaşmakta olan bir olgudur. Yönetmen Theo van Gogh'un öldürülmesinin ardından en üst noktada yaşanmaya başlanan bu ırkçı atmosfer içinde Müslümanlara ve camilere yönelik onlarca saldırı gerçekleşmiştir. Bütün bu olaylar esnasında yalnızca yakılan camilerin sayısının 20'yi geçtiği bildirilmektedir. Bu olaydan kısa bir süre sonra kamuya ait bir televizyon kuruluşu tarafından düzenlenen ve yüzbinlerce Hollandalı'nın katıldığı bir ankette, 2002 yılında bir hayvan hakları savunucusu tarafından öldürülmüş olan ırkçı lider Pim Fortuyn, 'tüm zamanların en büyük Hollandalısı' seçilmiştir.

Hollanda'da son zamanlarda artışa geçen ve özellikle 11 Eylül'den sonra Müslümanlar başta olmak üzere yabancıları hedef alan bu ırkçı politikaların bir sonucu olarak yaşanan gelişmeler Müslümanlar üzerinde ciddi baskıların oluşmasına yol açmıştır. 11 Eylül'den hemen sonra, Hollanda'da bulunan İslam Okulları, özellikle aşırı sağcı partiler ve sosyal demokratlar tarafından istenmeyen kurumlar olarak gösterilmiş ve kapatılmaları istenmiştir. Yine bu süreçte, yüzde 50'nin üzerinde yabancının gittiği okullara 'siyah okul' denilerek ayrımcılık yapılmakta ve göçmenlere yönelik negatif bir bakış açısı oluşturulmaktadır. Hollanda'da yapılan bir araştırmaya göre, Hollanda nüfusunun yüzde 40'ından fazlası göçmenlere iyi bakmıyor ve bölgesinde cami, barınma merkezi ve okullarında yabancı öğrenci istemiyor. Okullardaki göçmen öğrenci sayısının yüzde 25'in üzerinde olması da istenmeyen bir durum. Eğitimde göçmenlere yönelik bu ayrı muamelenin bir sonucu olarak da gettolaşma artmakta ve bu durumda başta işsizlik olmak üzere bir çok sosyal ve ekonomik sorunların yaşanmasına neden olmaktadır.

İşsizlik açısından da Hollanda'daki göçmenlerin durumu iç açıcı bir durum değildir. Resmi bir engel olmamasına karşın, göçmenler iş görüşmeleri ya da başvuruları esnasında bir takım problemlerle karşılaşmaktadırlar. Eşit Muamele Komisyonu'nun yaptığı bir araştırmaya göre, Hollanda'da bazı işyerleri işe girişlerde isim üzerinden yabancılara yönelik ayrımcılık yapmaktadır. Ciddi bir ekonomik krizle ve yoksullaşmayla karşı karşıya bulunan göçmenlerin bir kısmı ülkelerine geri dönmek zorunda kalmıştır. Ayrıca, 2005 yılında çıkarılan Evlilik Yasası'yla birlikte, göçmenlerin özel hayatları üzerinde de söz sahibi olunmak istenmektedir. Buna göre, bir göçmenin kiminle ve hangi şartlarda evlenebileceğinin kararı da Hükümet tarafından verilmiş olmaktadır.

Ülkedeki yabancılara karşı tutumunu giderek sertleştiren muhafazakar Hollanda hükümetinin, bu doğrultudaki son uygulaması ise 'ülkeye gelecek göçmenlerin sınavdan geçirilmesi' yönünde aldığı karardır. Bu karara göre, aile birleşimi ya da diğer nedenlerle Hollanda'ya gelmek isteyen yabancı ülke vatandaşları, Hollanda Büyükelçiliği'nde sınava girecekler ve sınavda başarılı olmaları durumunda Hollanda'ya yerleşmeye hak kazanacaklardır. İçinde, 'İş arkadaşınızla bir kafede oturuyorsunuz, ileride iki erkek öpüşüp sevişmeye başladı ve bundan rahatsız oldunuz ne yaparsınız?', 'Sahilde üstsüz güneşlenen bir kadın gördünüz, tepkiniz ne olur?' v.b. şeklinde soruların bulunduğu bu sınavın, ülkeye gelecek Doğulu göçmenlerin önünü kesmek amacıyla yapıldığı bilinmektedir.

Hollanda'da yabancılara yönelik giderek sertleşen bu politikalar kendini anadilde konuşma ve eğitim özgürlüğü alanlarında da göstermektedir. Avrupa Konseyi Bölgesel ve Yerel Demokrasi Komitesi'nin hazırladığı rapora göre Hollanda, azınlık dillerinde yapılan yerel yayınlar açısından yetersiz bir düzeydedir. Yayınlar konusundaki bu yetersizlik, son zamanlarda Hollanda'da tartışılmaya başlanan sokakta anadil yasağıyla birleşince yabancılar açısından tedirgin edici bir durum oluşmaktadır.

Bütün bu yaşananlar liberalizmin ve hoşgörünün vatanı sayılan Hollanda'yı, aşırı sağcı ve ırkçı politikaların güdümüne sokarak yabancı karşıtı bir ülke haline getirmektedir.

DANİMARKA:

Danimarka, son yıllarda artan oranlarda hissedilmeye başlanan göçmenlere ve azınlıklara yönelik hoşgörüsüzlüğü ırkçılık düzeyinde yaşamaya başlamıştır. Danimarka'daki yabancı düşmanlığı İslam düşmanlığıyla özdeşleştirildiğinden, özellikle Müslümanlar bu ırkçı uygulamaların hedefi haline gelmektedir.

Danimarka'da yaşayan Müslümanlar birçok noktada ayrımcı uygulamalarla, kısıtlamalarla ve zorluklarla karşılaşmaktadırlar. Bu zorlukların başında, İslam Dinine yasal tanınma sağlayacak ve Müslümanlarla ilişkileri düzenleyecek yasaların olmaması gelmektedir. Avusturya, Belçika, İspanya gibi AB üyesi birçok ülkede İslam'ın tanınmasına karşın, Hıristiyanlıktan sonra ikinci büyük din olduğu halde Danimarka'da tanınmamasından ötürü Danimarkalı Müslümanlar büyük sıkıntılar çekmektedirler.

Yine Danimarka'da yönetime ve topluma karşı Müslümanları temsil edecek bir kurumun olmaması da özellikle ikinci ve üçüncü kuşaklar açısından bir takım kimlik sorunlarının yaşanmasına neden olmaktadır. Müslümanlar liderlik koltuğuna getirilmemekte ve siyasal düzeyde temsillerine yönelik zorluklar çıkarılmaktadır. Ayrıca, Müslümanların özel hayatlarına ilişkin yasalar çıkarılarak 24 yaşından önce evlenmeleri de yasaklanmaktadır.

Din ve vicdan özgürlüğü açısından da Danimarka'nın uygulamaları Müslümanları hedef alan kısıtlamalara yol açmaktadır. Müslüman kadınlara başörtüsü hususunda baskılar yapılmakta, başörtüsüyle çalışan kadınlar işten atılmaktadır. Bu durumun son örneği ise, Danimarka Yüksek Mahkemesi'nin, başörtüsüyle işe geldiği için işten çıkarılan bir bayanın işten çıkaran Fotex firması hakkında açtığı davada Fotex'i haklı bulması olmuştur. Mahkeme, başörtüsü bahanesiyle işten çıkarmanın yasalara aykırı olmadığını ve bunun çalışma piyasasında ayrımcılık anlamına gelmeyeceğini belirterek ayrımcılığın hukuksal bir zemin kazanmasına yol açmıştır. Dini özgürlüklerin kısıtlanmasına yönelik bu kısıtlamaların yanı sıra, vatandaşlığa ilişkin bir takım kısıtlamalar da getirilmektedir. Buna göre, Danimarka vatandaşı olabilmek için Danimarka yerel dilinin öğrenilmesi şart koşulmaktadır.

Bütün bu sorunların yanı sıra, İslamofobik ve ırkçı bir parti olan Danimarka Halk Partisi'nin (DFP) dışarıdan verdiği kritik destekle mevcut Danimarka hükümeti üzerinde oldukça etkili olması, Müslümanların işini daha da zorlaştırmıştır. Bu partinin lideri Kjaersgaard, İslam'a ve Müslümanlara sürekli saldırmaktadır. 30 Eylül 2005'te Danimarka'da yayınlanan Jyllands-Posten gazetesinde neşredilen ve bütün İslam dünyasında büyük tepkilere yol açan karikatür krizi sırasında, Danimarka hükümetinin Müslümanlardan özür dilemesi istendiğinde Kjaersgaard, 'kim Müslümanlardan özür dilerse vatan haini sayılacak' diyerek İslam karşıtlığının nasıl bir siyasi propaganda malzemesi olarak kullanıldığını açıkça ortaya koymuştur.

Aslında, Danimarka'nın Müslümanlara yönelik bu baskıcı ve dışlayıcı politikaları çok eskilere dayanmaktadır. Bunun en açık örneği 2000 yılında yaşanmıştır. Radikal siyasi lider Mogens Glistrup, 'Müslümanları kovalım, kamplarda toplayalım, yaşları 12 ve 20 arasında değişen kızlarını da hayat kadını olarak tanesi 5 milyon Danimarka kronundan satalım' diyerek İslam karşıtlığını açığa vurmuştur. Yine 2000 yılında, sosyal demokrat Başbakan Poul Nyrup Rasmussen İslam karşıtı akımlara ağırlık vererek, Müslümanların işyerlerinde namaz kılmalarının yasaklanmasını desteklemiştir.

Bütün bu gelişmelerin sonucunda, Avrupa Birliği'ne bağlı olan Avrupa'da Irkçılık ve Yabancılara Düşmanlığı İzleme Merkezi'nin (EUMC) 2001 yılının Mart ayında yayınladığı araştırmasında, Danimarka göçmen karşıtlığında ve azınlıklara hoşgörüsüzlükte yüzde 20'yle Belçika'dan sonra ikinci sırayı almıştır.

İTALYA:

11 Eylül 2001'den bu yana Avrupa genelinde yaşanmaya başlanan ve yabancılara yönelik ırkçı, ayrımcı politikalarla şekillenen süreç İtalya'nın da göçmenlere yönelik politikalarını belirlemiştir.

Bu saldırıların ardından, diğer Avrupa ülkelerinde oluğu gibi İtalya da, ırkçılık suçlaması yöneltilen bir göç yasasını kabul etmiştir. İtalya'da kabul edilen bu yasaya göre, oturma izni olan tüm yabancılar, iş kontratları bittiği an ülkeyi terk etmeye zorlanabileceklerdir. Bu yasa, tüm göçmenleri potansiyel suçlu olarak kabul ettiği için ayrımcı bir yasa olarak nitelendirilmiştir.

İtalya'da Kuzey Ligası Partisi'nin üyeleri tarafından getirilen 'göçmenlerin trenlerde ayrı vagonlarda yolculuk yapması' önerisi kabul edilmemesine rağmen göçmenlere yönelik ırkçı ve dışlayıcı bakışın boyutlarını gözler önüne sermesi açısından önemlidir. Berlusconi hükümetinin, mülteciler için Afrika'da kamplar kurulması önerisi de bu ırkçılığın bir göstergesidir. Bu öneriye göre, Avrupa'nın çeşitli ülkelerine gelen göçmenler, Afrika'da açılacak bu kamplara gönderilecek ve iltica başvuruları sonuçlanıncaya dek orada tutulacaklar. Ayrıca Berlusconi hükümeti, mültecileri taşıyan gemilerin savaş uçaklarıyla vurulabileceğini açıklayarak 'kaçak göçle savaş' adı altında yabancı düşmanlığı yapmayı sürdürmektedir.

Bu yabancı düşmanlığından İtalya'da en fazla etkilenenler ise Müslümanlar olmaktadır. İtalya'nın Azzano Delmo adlı bir kasabasında belediye başkanı tarafından Müslüman kadınların başörtüsü takmaları ve yüzlerini örtecek şekilde giyinmeleri yasaklanmıştır. Yine İtalya Adalet Bakanı Roberto Castelli , İçişleri Bakanlığı bünyesindeki İslam Danışma Kurulu'nun, okullarda Müslüman öğrencilere İslam'ın öğretilmesi önerisine, 'İtalya laiktir. Okullarda İslam dininin öğretilmesini temenni etmenin hiçbir hukuki temeli yoktur.' diyerek tepki vermiştir.

İtalya'da yaşamın her alanında gelişme imkanı bulan ayrımcılık, yeşil sahalara kadar inmiştir. Özellikle siyahi oyuncuları hedef alan bu ayrımcı davranışlar, ırkçılığın İtalya'da ne kadar geniş bir alanda yayılma imkanı bulduğunun da bir göstergesidir.

DİĞER AB ÜLKELERİ:

Son yıllarda yaşanan gelişmelere bağlı olarak meydana gelen ve Avrupa'nın hemen tamamında baş gösteren ırkçı ve yabancı düşmanı politikalar AB üyesi olan diğer ülkelerde de başlıca yönelimler olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bu bağlamda, İspanya, 11 Mart 2004 tarihinde gerçekleşen patlamaların ardından başta Müslümanlar olmak üzere yabancılara yönelik politikalarını daha da sertleştirmeye başlamıştır. Patlamaların ardından, bu ülkede yaşayan Müslümanların üzerinde çok ciddi baskılar oluşmuş ve El-Kaide ile bağlantısı olduğu düşünülen birçok kişi gözaltına alınmıştır. Gözaltına alınan ve yargılanmaya başlanan kişilerin davalarının hala sonuçlanmaması endişe vericidir. İspanya'da, futbol sahalarında meydana gelen ırkçı olaylarda da son zamanlarda ciddi artışlar olmuştur. Irkçılığın İspanya'daki bu yükselişi, Irkçılığa ve Hoşgörüsüzlüğe Karşı Avrupa Komisyonu'nun raporlarına da yansımıştır. Bu raporlarda, İspanya'daki ırkçılığın iş, barınma ve halka açık yerler gibi geniş alanlarda ortaya çıktığı belirtilmiştir.

Avrupa'da arttığı gözlenen yabancılara karşı ırkçılık eylemlerine paralel olarak Belçika'da da ırkçılığın arttığı gözlenmiştir. Üç bölgeli federal yapısı bulunan Belçika'nın Felemenkçe konuşulan kuzey bölgesinde ırkçılığın daha yüksek boyutlarda olduğu bilinmektedir. Siyasi partiler, genellikle yabancılar üzerinden siyaset yapmakta ve bu durum da yabancıların işsiz kalmasına yol açmaktadır. Göçmen çocukları mesleki ve teknik okullara yönlendirilerek entelektüel manada gelişimleri engellenmek istenmektedir. Kendi kurallarını belirleme hakkına sahip olan orta öğretim okullarında Müslüman kadınların başörtülü olarak okula girmelerine izin verilmemektedir. Ayrıca, Müslüman gençlerin iş bulma sıkıntısı ile karşılaştıkları bazı işyerlerinde işverenler, Müslüman işçilerin kendi isimleriyle çalışmalarına izin vermemektedirler. Bu nedenle işçiler isimlerini değiştirmektedirler.

Yunanistan'da azınlık gruplarının, özellikle göçmenler kadar, Roman toplumunun ve dinsel azınlık gruplarının üyelerini hedefleyen ayrımcılığın kötü sonuçları, önyargı ve klişeler olduğu gibi durmaktadır. Batı Trakya'daki Müslüman azınlığın kimliği resmi olarak kabul edilmemekte, özgürce müftülerini belirleyememekte, cemaat vakıflarının mallarına ipotek koyulmakta ve yeterince okul açamamaktadırlar. Ayrıca, Yunanistan'da göçmenlerin durumu tam olarak düzeltilemediği gibi, göçmenlerin entegrasyonunu belirleyen kapsamlı bir politika da hala yoktur.

Macaristan'da ırkçılık, hoşgörüsüzlük ve ayrımcılık probleminin üstesinden gelmek amacıyla birçok yasa çıkarılmasına karşın sorunlar sürmektedir. Roman azınlığın yaşamın pek çok alanında, özellikle de sağlık bakımı, yerleşim, iş ve eğitim alanlarındaki dezavantajları olduğu gibi devam etmektedir. Mültecilerin ve sığınmacıların haklarıyla ilgili kanunlardaki bazı eksiklikler giderilmiş olmasın karşın, ırkçılık ve ayrımcılıkla mücadele etmeye yönelik ulusal düzeyde oluşturulan inisiyatifler başarılı bir şekilde yerel düzeylere inememektedir.

Çek Cumhuriyeti'nde, kentin varoşlarında düşük standartlardaki yerleşim birimlerinin gettolaştırılması yoluyla toplumun dışına itilen Roman halkına, polis tarafından uygulanan şiddet ve kötü muamelenin ırkçı bir şekilde güdülenmiş olması endişe vericidir. Ayrıca, sığınmacılara ve göçmenlere ilişkin problemlerin sayısında da son zamanlarda artışlar olmuştur.

Avusturya'da ise, özellikle Türkiye'nin AB'ne üyeliği bahane edilerek yükselişe geçen milliyetçi dalga kendini göstermektedir. Bu bağlamda, "Avusturya özgür kalacak" sloganını kullanan aşırı sağcı Özgürlükçüler Partisi (FPÖ), Türkiye'yi "AB bayraklı çarşaf giymiş bir kadın fotoğrafıyla" sembolize ederek, "İstikbalimiz böyle mi olacak?" sorusuna, "Avusturyalılar hayır diyor" cümlesiyle yanıt verip Türkiye düşmanlığını İslam düşmanlığıyla özdeşleştirmektedir.

Irkçılık ve Hoşgörüsüzlüğe karşı Avrupa Komisyonu yetkilileri, İsviçre polisine, siyah Afrika topluluğuna karşı ayrımcı ve yanlış bir şekilde davranmamasını ve suçlular ile mücadelede bütün insan gruplarını damgalayacak ve ayrımcılık yaratacak şekilde olmamasını tavsiye etmiştir. İsviçre polisi, özellikle kimlik kontrolleri, polis gözetimine alma ve üst arama gibi daha çok sokakta gerçekleştirilen prosedürlerde, sadece deri rengine göre hareket etmekle suçlanmaktadır.

Yine, Avrupa Konseyi'nin ırkçılıkla mücadele eden uzman birimi Avrupa Irkçılık ve Hoşgörüsüzlükle Mücadele Komisyonu'nun hazırladığı rapora göre, Estonya'da özellikle Roman topluluğu hedef alan ayrımcı uygulamalar işsizlik ve eğitim alanlarında yoğunlaşmaktadır. Yine bu rapora göre, Litvanya'da Yahudi, Roman ve Çeçen topluluklarını hedefleyen ve ırk düşmanlığını kışkırtmayı içeren ırkçı ifadelere karşı, yürürlükte olan hükümler yeterince uygulanmamaktadır.

Romanya'da ise ayrımcılık karşıtı bir kanun kabul edilmesine rağmen pek uygulanmamaktadır. Özellikle Roman topluluğu üzerindeki ayrımcı uygulamalar, iş piyasasını, eğitime erişimi, halka açık yerleri ve barınmayı içeren tüm alanlarda devam etmektedir.

Slovakya'da da yaşanan ırkçı şiddet ve polisin çocuklar dahil olmak üzere Romanlara kötü muamelesi, endişe duyulan problemler arasında yer almaya devam etmektedir.


3) TESPİTLER

Son dönemde Avrupa'da ortaya çıkan bir dizi toplumsal ve politik gelişmenin sonucunda baş gösteren ve Avrupa'nın genelinde hakim olan bağnaz, hoşgörüsüz, ırkçı ve otoriter politikalar, Avrupa'yı başta Müslümanlar olmak üzere yabancılara karşı bir üs haline getirmektedir. Yabancılara yönelik ayrımcı uygulamaların artışa geçtiği bu süreçte yaşanan sorunları aşağıdaki şekilde özetlemek mümkündür:

- 11 Eylül sonrasında başlayan süreçte bazı ülkelerde anti-demokratik göçmen yasaları kabul edilmiştir. Sığınmacı koruma mekanizmalarının bozulması, mülteciler ve sığınmacılar açısından ciddi sorunlar doğurmaktadır.

- Yine bu süreçte yeni terör yasaları kabul edilerek düşünme ve örgütlenme özgürlüğüne karşı bir takım kısıtlamalar getirilmiştir. Haksız gözaltılar, kötü muamele ve işkence alanlarında artışlar olmuştur.

- 11 Eylül sonrasında, AB ülkelerinde yaygınlaştırılan İslam düşmanlığı, AB ülkelerinde anti-İslamizm sürecini daha da tetiklemiştir. Yabancılar ve Müslümanlar terörist olarak görülmekte ve teröre karşı mücadele İslam'a karşı mücadele haline dönüşmektedir. Müslümanların canlarına, mallarına, camilerine ve mezarlıklarına yönelik saldırılar olmaktadır.

- Farklı milliyetlerden halkların ve özellikle Müslümanların din ve inançları üzerinde yaratılan baskılar sonucu din ve vicdan özgürlüğü engellenmektedir.

- Entegrasyon adı altında asimilasyon politikaları uygulanmaktadır.

- Anadil eğitimine getirilen kısıtlamalarla anadilde eğitim hakkı engellenmektedir.

- Yabancılara bir çok bakımdan eşit haklar verilmemektedir. Sağlıktan spora ve eğitimden iş hayatına kadar, yaşamın her alanında ırkçı ve yabancı düşmanı eğilimler güçlenmektedir.

- Vatandaşlığa almanın önüne bir takım engeller getirilerek yabancıların ve özellikle de Müslümanların vatandaşlık hakkı elde etmeleri önlenmek istenmektedir. Vatandaşlık vermemenin yanı sıra, işten çıkarma ve sınır dışı etme gibi uygulamalar da görülmektedir.

Bütün bu gelişmeler sonucunda, Avrupa'da sağ radikal hareketler ve ırkçı politikalar güç kazanmakta ve Avrupa'nın demokrasi ve insan hakları açısından gerilemesine sebep olmaktadırlar.


4) SONUÇLAR ve DEĞERLENDİRME

Avrupa genelinde yaygınlaşan ve başta Müslümanlar olmak üzere yabancıları hedef alan ayrımcı uygulamalar, 11 Eylül saldırıları sonrasında başlayan süreçte, ifade özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü, kişi güvenliği ve yaşama hakkı ve işkence görmeme hakkı gibi bilinen temel insan haklarının sistematik bir şekilde ihlal edilmesinin acı örneklerini oluşturmaktadır.

Bu bağlamda, 11 Eylül sonrasında gelişen sürecin insan hakları bakımından üç temel sonucu olmuştur. Birincisi, bu süreçte, şiddet ve baskı küreselleştirilmiş ve çok kısa bir süre içerisinde, demokratik ülkeler başta olmak üzere, demokratikleşmekte olan ülkeler ve anti-demokratik ülkeler güvenlik gerekçesiyle hem siyasi muhalefeti kolayca bastırabilmişler hem de ülkelerinde anti-demokratik kanunlar, başta terörle mücadele kanunları olmak üzere çıkarabilmişlerdir.

11 Eylül'ün ikinci ve daha önemli bir diğer sonucu ise insan hakları kavramının evrenselliğinin altını oyması olmuştur. Bu yönüyle, 11 Eylül, insan haklarına kuşkuyla bakanlara bir anlamda silah sağlamıştır. Kendini insan hakları şampiyonu olarak dünyaya lanse eden ülkelerin yaptıkları farklı uygulamalar; kendi vatandaşına farklı, dışarıdakine farklı yapılan uygulamalar insan haklarının evrenselliğini zedelemektedir.

11 Eylül sonrasında gelişen sürecin üçüncü sonucu ise, korkunun bütün yönetimlere hakim olması ve buna bağlı olarak da siyasal aklın tutulmasıdır. 11 Eylül sonrası bütün bir dünya siyasal aklın tutulduğu bir dönemi yaşamaktadır.

Avrupa'da ırkçı, militarist eğilimlerin güçlenmesine ve radikal sağ hareketlerin yükselmesine yol açan gelişmeleri de bu bağlamda değerlendirmek gerekmektedir. Gerçekten de, son dönemde Avrupa'da ortaya çıkan bir dizi toplumsal ve politik gelişme, Avrupa'nın daha bağnaz, daha hoşgörüsüz, daha ırkçı ve militarist, hatta açıkça gerici bir döneme doğru yöneldiğini ortaya koymaktadır. Bu gelişmeler arasında sağın, bir çok ülkede üst üste kazandığı seçim başarıları, ırkçı veya toplumsal bakımdan aşırı muhafazakar, faşizan ve hatta açıkça faşist bir dizi partinin yıldızının bir çok ülkede parlaması, Avrupa'yı Avrupa dışı dünyaya karşı tam anlamıyla bir kale haline getirmeye yönelik ırkçı göç ve iltica tartışmalarının alevlenmesine, bu ve benzeri yöntemlerle göçmenlerin Avrupa'nın krizinin baş sorumlusu haline getirilmesine yol açmaktadır. Bütün bunların sonucu olarak da insan haklarına saygı, hukukun üstünlüğüne bağlılık, siyasal tarafsızlık, hesap verebilirlik ve şeffaflık gibi en temel demokratik ilkeler ihlal edilmekte ve Avrupa'da sayıları on milyonları bulacak kadar yoğun bir nüfusa sahip olan yabancılara yönelik baskılar oluşmaktadır.

Başta Müslümanlar olmak üzere yabancıları hedef alan bu ırkçı politikaların anlaşılabilmesi ancak, 11 Eylül sonrasındaki sürecin anlaşılmasıyla mümkündür. 11 Eylül sonrasında AB ülkelerinin, tıpkı ABD yönetimi gibi, İslam karşıtı bir yola girmiş olmaları, bütün Avrupa'da Müslüman topluluklara karşı tepkiyi görülmemiş bir düzeye yükseltmiştir. 11 Eylül'den bu yana yapılan bütün seçimlerde ırkçı partilerin bazı ülkelerde ilk kez, bazılarında yeniden büyük bir canlanma göstermesi hiç de rastlantı değildir. Bugün Avrupa çapında bir göçmen düşmanlığı varsa, bunun ardında çeşitli başka faktörlerin yanı sıra, ırkçılığın ve militarizmin bu yükselişi de vardır.

Irkçılığın ve militarizmin bu yükselişinin, 11 Eylül sonrasında gelişen sürecin insan hakları bakımından ilk sonucu olarak bahsettiğimiz baskının ve şiddetin küreselleştirilmesi yönündeki uygulamalardan beslendiği açıktır. Çünkü böyle bir süreçte terörle mücadele adı altında çıkarılan anti-demokratik yasaların bir sonucu olarak, özellikle Araplara ve Müslümanlara karşı olmak üzere ırkçılık, ayrımcılık ve hoşgörüsüzlükte gözle görülür düzeyde bir artış olmakla kalmamış; daha önce hukuk düzeni ile yönetilen toplumların kabul ettiği en temel insan hakları standartları dahi sorgulanmaya başlanmıştır.

Terörle mücadele adı altında yürütülen bu türden politikaların bir sonucu olarak da İslam ve terörizm ile Müslüman ve terörist kavramları bir arada anılmaya başlanarak, Batı toplumlarında, İslam korkusu, İslam'dan ve Müslümanlardan duyulan korku diye tanımlayabileceğimiz İslamofobi oluşturulmuştur. Avrupa'da ırkçı saldırıların camii ve benzeri Müslüman kurumlara yönelik olması, yabancılar içinde özellikle Müslümanların çok tehlikeli olduğu tezine yaygınlık kazandırmaktadır. İslam çıkışlı sivil toplum örgütlerinin her biri potansiyel birer terör örgütü gibi propaganda edilmekte ve yakın takip altında tutulmaktadır. 11 Eylül sonrası, önceden örtülü veya ima yoluyla işaret edilen İslami örgütlerin potansiyel tehlike oluşturdukları iddiası, artık, açıktan net olarak telaffuz edilmeye başlanmıştır. Müslümanlara yönelik olarak oluşturulan bu korku ve panik atmosferi ise, Müslümanların can ve mal güvenliklerine kadar uzanan ve yaşamın her alanını kapsayan saldırılara maruz kalmalarına yol açmıştır ve açmaya da devam etmektedir.

Yine 11 Eylül sonrasında gelişen sürecin insan hakları bakımından ikinci sonucu olarak bahsettiğimiz insan hakları kavramının evrenselliğinin zedelendiği yönündeki tespitin hem nedeni hem de örneği olarak Avrupa'daki ayrımcı politikaları gösterebiliriz. Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde kaçak göçü ve iltica hakkının kötüye kullanılmasını engelleme gerekçesi altında gündeme gelen yabancı düşmanı, ırkçı politikalar, eğitimden spora ve sağlıktan kültür hayatına kadar her alanda kendini göstermektedir. Bu türden bir ayrımcılığın bir sonucu olarak da, göçmenlere ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapılmakta, anadilde eğitim hakkı ellerinden alınmakta, iş yaşamında karşılaşılan sıkıntıların yanı sıra, işe alınma sırasında da bir sürü sorunla karşılaşmaktadırlar.

Yine AB ülkeleri, özellikle yasadışı yollarla giriş yapan göçmenleri ve mülteci adaylarını yakaladıklarında işkenceye varan uygulamalara başvurmaktan çekinmemektedirler. Göçmenler yasal haklarından yararlandırılmamakta ve yargılama süreçlerinde avukat ataması yapılmamaktadır. Göçmenlerin Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde tutulduğu 170 dolayındaki mülteci kamplarındaki yaşam koşulları da bu ayrımcılığın en bariz örneğini oluşturmaktadır. Avrupa'nın Kuzey Afrika'da mülteci kampları kurma tasarısı ise, toplama kamplarını icat eden zihniyetin değişmediğini göstermektedir. Göçmenlere yönelik bu ötekileştirici, başkalaştırıcı ve dışlayıcı bakışın, insan haklarının herkes için hak, hukuk ve eşitlik dileyen evrensellik ilkesini zedelediği ortadadır.

Bu türden ayrımcı uygulamaların sonucu olarak halklar arasında kin ve nefret tohumları ekilmekte ve dostluk yerine düşmanlık, barış yerine savaş atmosferi oluşturularak medeniyetler arasında bir çatışma yaratılmak istenmektedir. Hayatın her alanını kapsayan ve Avrupa genelinde yaşayan göçmenlere yönelik olan bu ayrımcı politikaların bu türden kin ve nefreti nasıl ve hangi gerekçelerle doğurduğunun ve sonuçlarının nerelere kadar varabileceğinin en açık örneğini ise Fransa'daki göçmen ayaklanmaları göstermiştir. Ayaklanmaların salt ekonomik ve siyasi gerekçelerle yapılmadığı, bilakis göçmenlerin dinsel ve etnik kimliklerini hedef alan ve uzun yıllardır devam eden baskıcı, ırkçı ve asimilasyona yönelik politikaların bir sonucu olarak ortaya çıktığı açıktır.

Bütün bunların bir sonucu olarak da, Avrupa genelinde bir akıl tutulması yaşanmaktadır. Akıl tutulduğu zaman ise devreye kin, intikam duyguları girmekte ve duyguların yönetimi başlamaktadır. Duyguların yönetimi altında ya da korkuların hakim olduğu bir dönemde de insanların sağlıklı bir şekilde karar vermesi mümkün olmamakta ve Avrupalı yöneticiler de sağlıklı kararlar verememektedirler. Çünkü korku döneminde insanlar kategorik olarak düşündüklerinden, dost-düşman ayrımına dayanan siyaset anlayışı içerisinde bizden olmayan herkes düşman kabul edildiği için, düşmana yönelik her türlü sindirme ve baskı da meşrulaştırılabilmektedir. İşte, AB ülkeleri de 11 Eylül sonrasında gelişen süreçte bu türden bir akıl tutulması yaşamakta ve özellikle Arap ve Müslümanlar olmak üzere Avrupalı olmayan dünyaya karşı düşmanca bir tavır içerisine girmektedirler.

Avrupa'nın gündemini bugün bu bahsedilenler ve yükselen otoriterizm belirlemektedir. Avrupa Birliği'ni bir demokrasi ve insan hakları cenneti, insan uygarlığının ulaşabileceği en yüksek düzey gibi görenler açısından, ırkçılığın ve faşizmin Avrupa'da kitlesel düzeyde yeniden hortlaması, kolayca açıklanamayacak bir olgudur. Kaldı ki, bu türden bir açıklamanın da AB için yaratılan düşsel modeli yaralayacağı ortadadır. Demokratik hak ve özgürlüklerin geri alınmasından öte anlam taşımayan yeni anti-terör yasaları, yasa tasarıları, terör örgütleri listeleri ve daha başka türden bir çok keyfi uygulama hayata geçirilerek başta Müslümanlar olmak üzere yabancılara yönelik baskılar, ayrımcı uygulamalar meşrulaştırılmak istenmektedir. Böyle bir süreçte Türkiye'nin AB'ne yönelik üyelik istemlerini de bahane eden ırkçı çevreler, İslam karşıtlığı yaparak AB'ni bir Hıristiyan kulübü olarak göstermekte ve Hıristiyan olmayan, Avrupa kökenli olmayan yabancılara karşı kin ve nefret duygularını körüklemektedirler.


5) ÖNERİLER

Avrupa'da yükselen bir değer olarak karşımıza çıkan ırkçı ve otoriter politikaların önüne geçebilmek ve yabancıları, özellikle de Müslümanları hedef alan ayrımcı uygulamaları engelleyebilmek için, AB ülkelerince yapılması gerekenler oldukça açıktır. Bu bağlamda, diğer önlemlerin yanı sıra, acilen,

- Bir takım somut değişikliklerin gerçekleştirilebilmesi adına, hükümetlerin ve hükümette yer alan yöneticilerin, yasa ve uygulamaların uluslararası standartlara uygun hale getirilmelerini temin etmek için, sürekli ve belirgin siyasi taahhütleri olması gerekmektedir.

- Hükümetlerin, siyasi partilerin ve medyanın; ırkçılık, ayrımcılık ve hoşgörüsüzlüğün hiçbir türünün kabul edilemeyeceğine ve insan haklarının ihlali sayılacağına dair halka açık ve şüphe oluşturmayacak mesajlar vermeleri gerekmektedir.

- Hem bir kurum olarak AB'nin hem de üye ülkelerin, insan hakları alanındaki cezasızlık ve sorumsuzluk açıklarının kapatılması gerekmektedir. Hak ihlallerinin kapsamlı ve bağımsız olarak soruşturulabilmesinin önü açılmalıdır.

- AB'nin ve üye devletlerin, insan haklarına yönelik mekanizmaları güçlendirilerek meşruiyetini, etkinliğini ve verimliliğini artıracak reformlar yapılmalıdır.

- Anti-İslamizm ve İslamofobinin önüne geçmek üzere eğitim, işsizlik, ayrımcılık ve güvenlikle ilgili politikaların gözden geçirilmesi yanında, bir çok Avrupa ülkesinde yerli dinlerin (Hıristiyanlık ve Yahudilik) kutsal değerlerine yönelik aşağılama ve küfürle (Blasphemy) mücadele yasası İslam'ı da kapsayacak şekilde genişletilmelidir.

- Anti-terör yasaları kaldırılmalıdır. İvedi bir şekilde çıkarılan ancak, uluslararası insan hakları hukuku ve standartlarına uymayan yürürlükteki terörle mücadele yasalarının kaldırılması gerekmektedir.

- Hükümetler, terörizm ile mücadele sırasında sorumluların, hukuk kurallarına uygun ve insan hakları çerçevesinde adalet önüne çıkarılması hususunda kararlı davranmalıdırlar.

- Ülkeler, işkence yolu ile elde edilmiş her türlü delilin kabulünü tamamen yasaklama ve bu konudaki uluslararası hukuk ile uyum gösterme konusunda uluslararası yükümlülük altında olduklarını unutmamalıdırlar.

- Düşünce ve örgütlenme özgürlüğüne karşı yapılan saldırılar son bulmalı ve hak ve özgürlükler mücadelesi terör olarak görülmemelidir.

- İslam ve terörizm ile Müslüman ve terörist kavramları yan yana kullanılmamalı ve Avrupa kamuoyu bu konuda aydınlatılmalıdır. İslam'a ve onun değerlerine, Müslümanlara yönelik saldırılara son verilerek İslam'ın terörizm ile birlikte anılmasının önüne geçilmelidir.

- Farklı milliyetlerden halkların din ve inançları üzerinde getirilen baskılar son bulmalı ve bu türden hakların kullanılması için gereken yasal düzenlemelerin yapılması gerekmektedir.

- Anti-demokratik göçmen yasaları iptal edilmelidir ve iltica durumunun belirlenmesi için uluslararası standartlara uygun başvuru prosedürleri oluşturulmalıdır.

- AB üyesi ülkelerde mültecilerin sınırdışı edilmek üzere tutuldukları 170 mülteci kampının kapatılması ve mültecilerin yaşam standartlarının düzeltilmesi gerekmektedir.

- Entegrasyon adı altında uygulanan asimilasyon politikalarından vazgeçilmelidir.

- Eğitimden sağlığa ve spordan iş yaşamına kadar her düzeyde görülen ve yabancıları hedef alan ayrımcı uygulamalara son verilmelidir. Eğitime getirilen kısıtlamalar kaldırılarak, herkese eşit eğitim hakkı tanınmalıdır. Sosyal yardımların kesilmesine yönelik girişimler engellenmeli ve iş başvurularındaki ayrımcılığın önüne geçilmelidir.

- Anadil eğitiminin temel bir hak olduğundan hareketle anadilde eğitim hakkı gasp edilmemelidir. Eğitim kurumlarında anadilini konuşma yasağı getiren yasalar derhal kaldırılmalıdır.

- Vatandaşlığa almanın önüne getirilen engeller kaldırılmalı ve bazı ülkelerde kabul edilen vatandaşlık testi şeklindeki uygulamalara son verilmelidir. Verilen vatandaşlıklar, her hangi bir sebepten ötürü geri alınmamalıdır.

Yabancıları ve özellikle de Müslümanları hedef alan bu ayrımcı uygulamaların önüne geçebilmek için Avrupa Birliği ülkelerince yapılması gerekenlerin dışında, Avrupa'nın değişik bölgelerinde yaşayan yabancıların, göçmenlerin ve Müslümanların sorunun çözümüne katkıda bulunabilecekleri açıktır. Bu bağlamda,

- Apolojetik üslubu bırakarak aktif işbirliğine girmeleri ve ortak yarara yönelik çalışma isteğini dile getirmeleri ve sergilemeleri;

- Bireysel maharetlerin ve çabaların gücüne inanarak, ırkçılığa karşı olan Avrupalılarla diyalogu ve işbirliğini geliştirmeleri;

- Irkçılığın Avrupa'ya zararının ve işbirliğinin Avrupa'ya yararının zaten açıkça bilindiğini dikkate alarak, bu hususu akıllı ve özenli bir söylemle işlemeleri;

- Yaşadıkları ülkeyi ve orada yaşamakta olan diğerlerini ihmal etmemek ve görmezden gelmemek gereğini dikkate alarak, yaşadıkları ülkenin dilini, kültürünü ve siyasal sistemini öğrenmeye ve kapalı kültürler olmaktan kurtulmaya çalışmaları

önerilebilir. Kuşkusuz, bu alanlardaki ihlallere derhal son vermek ilgili devletlerin acil sorumluluğundadır ve mağdurların haklarının gerçekleştirilmesi, burada önerdiğimiz türden işbirliğine yönelik tutumları geliştirmeleri şartına tabi olmaksızın, zorunludur.

YAYIN BİLGİLERİKategori Adı Yurt İçi RaporlarTarih 2006-10-04
Şube ve Temsilcilerimiz
mazlumder-genel-merkez
İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği - MAZLUMDER GENEL MERKEZ
Adres: Molla Gürani Mh. Şehit Pilot Mahmut Nedim Sk, No: 5 Kat: 4 Fatih / İSTANBUL (Aksaray Metro Durağı B Kapısı Karşısı)
E-posta: mazlumder[a]gmail.com | Telefon: +90 (0212) 526 2440 | Faks: +90 (0212) 526 2438

Ziyaretçi Sayımız : 4645341