ÖRGÜTLENME ÖZGÜRLÜĞÜ
ÖRGÜTLENME ÖZGÜRLÜĞÜ

Türkiye'nin insan hakları sorununun köklü ve kalıcı çözümü, öncelikle Türkiye'de yaşayan insanların, hak ve özgürlüklerini öğrenmeleri, sahiplenmeleri ve onları korumak için örgütlü bir mücadeleyi geliştirmeleri yoluyla gerçekleştirilebilir. Ancak bu konuda birtakım ciddi engeller bulunmaktadır. Çünkü sorunla ilgili olarak devlet mekanizmalarında yerleşikliğinden yakındığımız zihinsel sorunlar, ne yazık ki toplumda da yaygınlık kazanmış durumdadır.

Toplumumuzda insan hakları ve hak arama bilinci, oldukça düşük bir düzeydedir. İnsanımızın hak ve özgürlük mücadelesi verecek, haksızlıklar karşısında susmayacak bir iradeyi ortaya koyabilmesi için, öncelikle bu sorunun çözümlenmesi gerekmektedir. İnsanımız, hak ve özgürlüklerinin kısıtlandığı ve devletin lütfettiği haklarla idare etme gibi yanlış bir tevekkül anlayışı ile geçirdiği uzun bir geçmişe sahip bulunmaktadır. Bu uzun geçmiş, insan haklarının bir lüks olarak görülmesi sonucunu doğurmuştur. Dolayısıyla öncelikle tarihin sorgulanması ve tarihle yüz yüze gelinmesi ve din adına, tarih adına, devlet adına nelerin doğru, nelerin yanlış öğretildiğinin sorgulanması gerekmektedir. Bu yolla, bir yandan toplumda yerleşik saplantılar giderilecek, bir yandan da sivil toplum örgütlenmesi geliştirilebilecektir. Sivil toplum örgütlenmesi geliştikçe, otoriter güçlerden kaynaklanan engellerin de hukuk zemininde aşılması mümkün olabilecektir.

Sivil Toplum Örgütlenmesinin Önündeki Engeller

Çağdaş toplumlar, artık birbirinden kopuk bireylerden çok, örgütlü insan topluluklarından oluşmaktadır. Bu örgütlü toplumsallaşma, kolektif özgürlükleri ön plana çıkarmaktadır. Bir grup içinde yer almayan birey, kamusal yaşam üzerinde pek etkili olamamaktadır. Bu nedenle birleşme özgürlükleri (dernek,sendika, toplantı vb) hem çıkarları korumanın, hem de kamusal yaşama katılmanın en etkili araçlarıdır. Ne var ki otoriter devletler, örgütlenme özgürlüğünü güçleri yettiğince kısıtlamaktadırlar. Ülkemizde de devlet düzeninin ideolojik temelleri ve siyasi sistemdeki askeri ve sivil otorite arasındaki güç dengesi, sivil toplum örgütlenmesinin önündeki en büyük engeli oluşturmaktadır.

Dernekler Kanunu, Vakıflar Kanunu, Sendikalar Kanunu, Siyasal Partiler Kanunu ve benzeri örgütlenme özgürlüğüne ilişkin tüm yasal düzenlemelerde oldukça geniş sınırlamalar getirilmekte ve insanımızın farklı olma hakkını kullanması; dinsel, dilsel ve etnik farklılıkları vurgulayan kimliklerin konuşulması yasaklanmaktadır. Azınlıklarla ilgili haklar, sadece Müslüman olmayanların dinsel farklılıkları temelinde kabul edilmekte olup, bunun dışında tüm farklı kimlikler resmi ırk, resmi din, resmi ideoloji, resmi tarih potasında eritilmeye çalışılmaktadır. Devleti yönetmeye talip siyasal partilerin, programlarında bu anlamda en küçük bir ifadeye yer vermeleri, hemen kapatılmaları için gerekçe olarak kabul edilmektedir. Nitekim bu yüzden pek çok parti kapatılmış bulunmaktadır. Birçok ülkede, üniter devlet yapısı da bozulmadan, geliştirilen bir Anayasal Vatandaşlık kavramıyla çok kültürlülük politikaları uygulamaya konulmakta ve azınlıkların hakları güvence altına alınmakta iken, Türkiye'de hala bunlardan söz etmek, bölücülük olarak nitelenmekte ve cezalandırılmaktadır. Hiçbir alanda resmi ideolojinin ve devlet politikalarının dışında bir görüş açıklamak mümkün olmamaktadır.

İktidarı elinde tutan güçler ve çevreler, örgütlenme özgürlüğünü bir yandan engelleyerek bir yandan da manipüle ederek birtakım örgütler oluşturmakta ve bu örgütleri akredite ederek, sübvanse ederek toplumun gündemine sunmaktadır. Bu yolla, gerçek ve bağımsız bir sivil toplum örgütlenmesinin önünü kesmeyi hedeflemektedirler. Ancak tüm bu politikalara rağmen, ülkemizde farklı toplumsal kesimlerin oluşturduğu ve gerçekten bağımsız birtakım sivil toplum örgütleri de bulunmaktadır. Ama sayıları çok fazla olmayan bu kuruluşlar; kendilerini sınırlayan yasal düzenlemeler ve bir türlü kurtulamadıkları kadro, eleman, finansman ve alt yapı yetersizlikleri, ama daha da önemlisi zihniyet problemleri yüzünden yeterli ölçüde işlevsel olamamakta ve sivil toplumu örgütlemekte gerekli başarıyı gösterememektedirler. Bu kuruluşların en önemli zaafı ise, büyük çoğunluğunun ideolojik özelliklerinin ön planda olması ve nasıl çalıştıklarında daha verimli olabileceklerine ilişkin bir geleneğin olmamasıdır.

Sivil toplum örgütlerinin en önemli handikapı ise, insanımızdaki örgütlü toplumun önemine ilişkin bilinç eksikliği ve mevcut kuruluşların belirlenmiş bir zaman içerisinde ulaşılması gerekli birtakım hedeflere yönelik çalışma ve yönetim anlayışından yoksun oluşlarıdır. Bu nedenlerle ülkemizdeki sivil toplum örgütlerinin refleksleri iyi çalışmamakta ve toplumu yeterince örgütleyememektedirler. Aynı şekilde bu örgütlere toplum da yeterince sahip çıkmamakta, üye olmamakta ve çalışmalarına katılmamaktadır. Üye olanlar bile tam sahiplenmemekte, aidatlarını dahi zamanında ödememekte, birçoğu iki yılda bir yapılan genel kurul toplantılarına da katılmamaktadır. Genel kurul toplantılarına katılan üyeler içerisinde, yönetime hesap soran, faaliyetleri denetleyen, çalışmalara katılan üye sayısı çok düşük düzeylerdedir. Büyük çoğunluğu bir kültürel etkinliği izleme tavrı içerisinde genel kurullara katılmaktadırlar. Genel olarak daha bilinçli olduğu düşünülen üye tabanının bu ilgisizliği ve duyarsızlığı, örgüt yönetim kadrolarının hem heyecanını, motivasyonunu azaltmakta, hem de örgüt içerisinde yönetim ya da lider sultası oluşmasına neden olmaktadır.

Tüm bu olumsuz faktörlere, resmi politikalarla uyumlu yayın yapan basın organlarının, sivil toplum örgütlerinin seslerini kamuoyuna duyurmada uyguladıkları çifte standardı da eklediğinizde, Türkiye'deki sivil toplum örgütlerinin niçin bu kadar zayıf, etkisiz ve sessiz kaldıkları daha iyi anlaşılmaktadır. Bu haldeki sivil toplum örgütlerinin, resmi toplumun politika ve uygulamalarında sivil toplum lehine değişiklikler yaptıramamalarını da doğal karşılamak gerekmektedir. Kaldı ki resmi toplum, kendi ideolojisine aykırı düşünen ve davranan sivil toplum örgütlerini zaten yok saymakta ve marjinalleştirmek için elinden gelen her şeyi yapmaktan kaçınmamaktadır. Tüm bu baskıcı politikalardan, kuşkusuz en önemli ölçüde insan hakları örgütleri etkilenmektedir.

Tek ve en güçlü örgüt olan devletlerin karşısında, bireyin hak ve özgürlüklerini etkin bir biçimde savunabilmek için, insan hakları örgütlerinin ne kadar güçlü olmaları gerektiği açıktır. İnsan hakları örgütleri, ihtiyaç duydukları gücü; ancak mücadelelerinin ahlaki boyutu ve ilkelerinde bulabilirler. Bunun dışında bir güç arayışı içerisine girmek, onlara kimliklerini ve önemlerini kaybettirmekten başka bir sonuç vermemektedir.

Tüm bu sorunlara rağmen, mevcut dar sınırlar içerisinde oluşturulacak sivil toplum örgütleriyle yine de birtakım mesafeler alınabilmektedir. Büyük zorluklarla yürütülen bu mücadeleler sonucunda, ulusal ve uluslararası düzeyde kamuoyu oluşturulması, bireylerin bilgilendirilmesi ve bilinçlendirilmesi mümkün olabilmektedir.

Sorunlu Sivil Toplum

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, daha ilk kuruluş yıllarında, kendi muhalefet partisini de iktidar güçlerine kurdurtmuş bir devlettir. Bu alışkanlığını daha sonraki yıllarda da sürdürmüş ve gelenek haline getirerek bugüne kadar uygulamıştır. Bunun tipik örnekleri, hem siyasal partiler dünyasında, hem de meslek örgütleri ve odalar dünyasında görülmektedir. Siyasal alanda bazı liderlerin ölünceye kadar ülke insanının sırtından inmeyişlerinin sırrı, sadece kendi karizmalarında değil, biraz da bu kadim gelenekte aranmalıdır. Siyasal partilerin birçoğu, halk iradesini parlamentoya taşıyarak, halkın temsilcileri olarak halk adına egemenliği kullanmak yerine; devlet adına halktan oy isteyerek, MGK tarafından belirlenen politikaların uygulanması sürecinde prosedür tamamlayıcı figüranlık görevini yerine getirecek yüksek maaşlı 4-5 yıllık memuriyet görevine atanmayı tercih etmektedirler ya da milletvekilliğini böyle bir devlet memuriyeti olarak algılamaktadırlar. Bu memurlar, meclisin saygınlığına gölge düşüren müdahalelere karşı çıkmak şöyle dursun, alkışlamakta sakınca görmemektedirler. Çünkü bu müdahalelerden sonra kendilerine daha yüksek maaşlı görevler verilebileceğini (Bakanlık) ummaktadırlar. Bunlardan kimileri de askeri bürokrasinin artık pek de örtülü olmayan müdahalelerini, bir sivil toplum örgütünün çabaları olarak niteleyebilmektedirler. Son birkaç yılda yaşanan gelişmeler, sayıca çok az da olsa, onurlu ve halk adına politika yapanların da ortaya çıkmasını sağlamış bulunmaktadır.

Meslek kuruluşları, bazı işçi ve işveren kuruluşları ve odalar da bu gelenek dolayısıyla birtakım görevlilere kurdurulmuş, akredite edilmiş ve sürekli sübvanse edilerek, hem resmi ideolojinin politikalarının uygulanmasına, hem de ortak çıkarların gerçekleştirilmesine aracılık etmişlerdir.

Bu kuruluşlar, mensuplarının çıkarları için çalışıyor gibi gözükseler de, aslında devlet güçlerince kendilerine verilen görevleri yerine getirmekte, birtakım odaklarca belirlenmiş politikaları uygulamaktadırlar. Bu kuruluşlar, sivil toplumu oluşturmak, örgütlemek ve resmi toplum karşısında güçlendirmek gibi bir amaç içerisinde bulunmamaktadırlar. Aksine bu kuruluşlar, resmi politikaları belirleyen çevrelerin istemediği bir sivil toplum örgütlenmesinin gelişmesini önlemeye ve sivil toplumu kontrol etmeye çalışmaktadırlar. Nitekim yine son yıllarda yaşanan gelişmelerde, özellikle de 28 Şubat sürecinde, kendilerine yüklenen görevleri ne kadar içten ve başarıyla yerine getirdikleri bilinmektedir. Bu nedenle bu kuruluşları, yasal konumlarına da uygun olarak yarı resmi kamu kuruluşları olarak görmek ve birer sivil toplum örgütü olarak tanımlamamak daha doğru olacaktır.

(Tamamlanmamış Bir Değer İNSAN HAKLARI Y.Ensaroğlu )

YAYIN BİLGİLERİKategori Adı MakalelerTarih 2004-07-20
Şube ve Temsilcilerimiz
mazlumder-genel-merkez
İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği - MAZLUMDER GENEL MERKEZ
Adres: Molla Gürani Mh. Şehit Pilot Mahmut Nedim Sk, No: 5 Kat: 4 Fatih / İSTANBUL (Aksaray Metro Durağı B Kapısı Karşısı)
E-posta: mazlumder[a]gmail.com | Telefon: +90 (0212) 526 2440 | Faks: +90 (0212) 526 2438

Ziyaretçi Sayımız : 4645504