İNSAN HAKLARI BÖLGETOPLANTISI
Diyarbakır / 27 Ekim 2000
Av. Şehmus ÜLEK
MAZLUMDER Gn. Bşk. Yrd. ve Şanlıurfa Şb. Bşk.
Sayın Bakan, Değerli Katılımcılar...
Bu toplantıların düzenleneceği açıklandığı zaman, insan hakları savunucuları olarak yıllardan beri ilk defa umutlanmıştık. Türkiye'nin insan hakları sorunlarının iyi niyet ve açıklıkla masaya yatırılacağı, toplumun farklı kesimleri ile gerekli değerlendirmelerin yapılarak çözüm önerileri üzerinde tartışılacağı, hatta basında yer alan haberlerden mağdurlarla devletin karşı karşıya geleceği ve hesap sorulacağı, bu toplantılardan sonra da sistemde insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne dayalı yeni bir yapılanmaya gidileceği yönünde beklentiler oluşmuştu.
Ancak daha önce Tunceli, Kırşehir, Trabzon ve Ağrı'da düzenlenen toplantılardan edindiğimiz izlenim ve alınan haberler, tamamen olmasa da büyük ölçüde umut ve beklentilerimizi kırmıştır. Mağdurlara hesap vermeyi bir tarafa bıraktık, insan hakları kuruluşlarını bile toplantılara çağırmayan (ki bugünkü toplantıya bile bir kaçı özel girişimler sonucu katılabilmiştir), sorunları kamu oyu önünde tartışmaktan kaçınan bir anlayışla insan hakları alanında köklü bir değişimin gerçekleştirilemeyeceğini düşünmeye başladık.
Türkiye'de insan hakları sorununu, sistemden kaynaklanan sorunlar ve uygulamadan kaynaklanan sorunlar olmak üzere iki ana başlık altında incelemek mümkün.
Türkiye'de ideolojik bir devlet yapısı egemendir. Dinsel, kültürel, etnik kimlik itibariyle farklılıklardan oluşan bir topluma belirli bir ideolojiyi dayatan, toplumu tek tipleştirmeye çalışan bir devlette, insan haklarının güvencede olduğunu düşünmek bile mümkün değildir. Devlet, sürekli iç düşman paranoyası ile, konjonktürel olarak değişen Milli Askeri Stratejik Konsepte göre toplumun belirli kesimlerini öncelikli tehdit olarak belirlemekte, devlet aygıtını da bütünüyle bu konsepte göre şekillendirmektedir. Tehdit olarak nitelendirilen kesimlerle ilgili olarak Devletin hiçbir organı işlemlerinde yasalara uygun davranma zorunluluğu duymamakta, hukuka aykırı rutin dışı eylemler meşru kabul edilmektedir.
İnsan hakları, kişilerin sırf insan olmasından kaynaklanan, doğuştan sahip oldukları evrensel değerlerdir. Ancak Türkiye?de insan olmak, insan haklarına sahip olmak için yeterli değildir. Nelerin insan hakkı olup nelerin olmadığına Devlet karar vermekte, bir hakka sahip olabilmek için Devletin onu lütfetmesi gerekmektedir. Çarpıcı bir örnek vermek istiyorum. Şu anki Adalet Bakanı Sayın Hikmet Sami TÜRK, İnsan Haklarından Sorumlu Devlet Bakanı iken başörtüsünün insan hakkı olmadığını açıklamıştı. İnsanların inançlarına veya zevklerine göre belirli bir kıyafeti tercih etme hakları olup olmadığına Devlet değil, bireyin kendisi karar vermelidir.
9 Ocak 1997 tarihinde çıkarılan Kriz Yönetim Merkezi Yönetmeliği ile Devletin tüm birimleri Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliğinin denetimine ve müdahalesine açık hale getirilmiştir. Yürütme adeta askeri bürokrasiye bırakılmış ve ülke doğrudan MGK Genel Sekreterliği tarafından yönetilmeye başlanmıştır. Sadece yürütme değil, askeri rejimi andırırcasına yasama meclisi ve yargı mercileri de sık sık askerlerin baskılarına ve müdahalelerine maruz kalmaktadır.
Yüksek yargı mensuplarına Genel Kurmay'da verilen brifing, parti kapatma davalarına ve bazı siyasi şahsiyetlerle ilgili davalara dışarıdan yapılan müdahaleler, irtica ile mücadele yasaları denen bir takım yasaların çıkarılması için zaman zaman parlamento üzerinde uygulanan baskılar ve benzeri örnekler yukarıdaki tespitimizin somut pratikleridir.
İnsan hakları alanındaki diğer bir sorun ise mevzuat kaynaklıdır. Türkiyedeki insan hakları ihlallerinin bir çoğunun yasal dayanağı mevcuttur. Çünkü başta Anayasa olmak üzere Terörle Mücadele Yasası, YÖK Yasası, RTÜK Yasası, OHAL Yasası, İl İdaresi Yasası, Dernekler Yasası, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası gibi daha yüzlerce yasa insan haklarına aykırı hükümler içermektedir. Buna rağmen mevcut yasaklar bile yeterli görülmemiş olacak ki Terörle Mücadele Yasasının kapsamını genişleten değişiklik tasarısı, memur kıyımını öngören kararname gibi özgürlükleri daha çok sınırlandıran yasa tasarıları Meclis gündemine getirilmektedir.
Halen Türkiye'nin bir insan hakları politikası mevcut değildir. Bu ülkede insan hakları kavramından söz edenler yıllarca hain, bölücü, irtica yanlısı, dış düşmanların maşası ve benzeri suçlamalarla karşılaştılar. Özellikle bazı siyasal gruplarla polis ve askeri çevrelerde bu söylem bugün de sık sık dile getirilmektedir.
Türkiye'nin Avrupa Birliğine aday ülke statüsüne sahip olması ile birlikte yeni bir insan hakları politikası oluşturulmaya başlandı. İlköğretimde insan hakları dersinin verilmeye başlanması, Sayın Mehmet Ali İRTEMÇELİK?in Bakanlığı döneminde insan hakları kuruluşları ve diğer sivil toplum örgütleri ile başlatılan diyalog süreci, bu sürecin Sayın mevcut Bakan'ın başkanlığında İnsan Hakları Üst Kurulunun düzenlediği ve bugün birini burada yapmakta olduğumuz bölge toplantıları ile sürdürülmesi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin ve Avrupa Birliği ile ilişkilerin getirdiği zorunlu değişiklikler, Meclis İnsan Hakları Araştırma Komisyonunun özellikle işkence ile mücadelede ortaya koyduğu önemli çalışmalar... Tüm bunlar yeni bir insan hakları politikasının oluşturulmasında önemsediğimiz çabalardır.
Ancak bu olumlu çabalardan rahatsızlık duyan bazı çevrelerin harekete geçtiğini gözlemliyoruz. Meclis İnsan Hakları Araştırma Komisyonu Başkanı Sayın Sema PİŞKİNSÜT ile, özgürlüklerden ve hukukun üstünlüğünden yana tutumu ile tanıdığımız Anayasa Komisyonu Başkanı Sayın Ertuğrul YALÇINBAYIR'ın komisyon başkanlıklarından alındıklarını görüyoruz. İnsanlık suçu olan işkence ile mücadele eden Sayın PİŞKİNSÜT'ün, Türkiye'nin yurt dışındaki imajına zarar vermekle suçlanması ise çarpık bir insan hakları anlayışının veya anlayışsızlığının ifadesidir.
Görünen o ki oluşturulmak istenen insan hakları politikası da her konuda olduğu gibi yine 'bize özgü şartlar' bahanesiyle resmi ideolojiye göre şekillendirilerek millileştirilecektir. Nitekim Milli Eğitim Bakanlığınca ilköğretim okullarında okutulan 'Vatandaşlık ve İnsan Hakları Eğitimi' ders kitabının adeta Milli Güvenlik Ders Kitabı formatında hazırlandığını, insan hakları başlığı altında çocuklara "iç ve dış düşman" paranoyasının aşılandığını, resmi ideolojiyi benimsemenin bir görev ve ödev olarak tanımlandığını görüyoruz. Polis ve jandarmaya verilen insan hakları eğitiminin içeriği de bundan farklı değildir.
Oysa insan hakları, her insanın sadece insan olmasından dolayı sahip olduğu, din, dil, ırk, renk farkı gözetilmeksizin herkes için vazgeçilmeyen, devredilmeyen evrensel geçerliliği olan değerlerdir. İnsan hakları politikasının oluşturulmasında da güvenliği önceleyen devlet, evrensel değerlerden oluşan insan haklarını millileştirerek içini boşaltıp yozlaştırmaktadır. O nedenle böyle bir insan hakları politikası politikasızlıktan daha tehlikelidir.
Sayın Bakan her platformda 2001 yılında Türkiye'de insan hakları ihlalinin kalmayacağını ifade etmektedir. Ancak Susurluk halen çözülmedi. Meclis Susurluk Araştırma Komisyonu Veli KÜÇÜK'ün ifadesini bile alamadı. Binlerce faili meçhul cinayet aydınlatılmayı bekliyor. Çeteler halen etkinliklerini sürdürüyor. Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Susurluk Raporunda, meşru yollarla muhaliflerini susturamayan Devletin hukuk dışı yöntemlere başvurduğunu, bunun bundan sonra da olacağını ifade etmekte, kısacası Devletin cinayet işleyebileceğini kabul etmektedir. Eski bir Cumhurbaşkanı , Devletin bazen rutin dışı işler yapabileceğini ifade etmektedir.
Bu anlayış değişmediği müddetçe, insan hakları ihlallerini gerçekleştiren failler bulunup cezalandırılmadan, 2001 yılında Türkiye'de insan hakları ihlalinin kalmayacağı iddiası gerçekçi ve inandırıcı olmayacaktır. Ayrıca insan hakları ihlallerinin bir çoğu yasalardan kaynaklanmaktadır. Önümüzdeki birkaç ay içerisinde Anayasa ve bir çok yasada değişiklik yapılması mümkün olamayacağına göre ihlallerin bitmesi de mümkün olmayacaktır.
Uygulamada karşılaşılan diğer bir sorun ise yasaların keyfi bir şekilde uygulanmasıdır. Dünyanın hiçbir ülkesinde rastlanmayacağını düşündüğüm bir örnek vermek istiyorum: 430 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname gereğince Olağanüstü Halin ilanına sebep olmuş olaylar hakkında ifadelerine başvurulmak üzere tutuklu ve hükümlüler OHAL Valisinin talebi, savcının istemi üzerine hakim kararı ile en fazla 10 günlük süre için cezaevinden çıkarılabilmektedir. Hukuk dışı olmakla birlikte buraya kadar ki uygulamayı pek yadırgamıyoruz.
Ancak bu yıl içerisinde çok sayıda tutuklu bu şekilde cezaevinden çıkarılmış, her 10 günün bitiminde dosya üzerinde yeniden 10 günlük karar alınmak suretiyle sanıklar aylarca Terörle Mücadele Şubesindeki hücrelerde tutulmuşlardır. Fahrettin ÖZDEMİR, Mustafa İPEK ve Mahmut DEMİR 45 gün ile 2 ay arası; Edip GÜMÜŞ ve Cemal TUTAR ise 6 aydan fazla bu uygulamaya maruz kalan sanıklardan birkaçıdır. Sanıklar TEM Şubesinde kaldıkları sürede herhangi bir olay hakkında ifadelerine de başvurulmadığını belirtmişlerdir. Kaldı ki ifadelerine başvurulmuş olsa bile bunun 6 ay sürmeyeceğini herkes takdir eder sanırım.
Biraz önce Sayın Bakan, bugüne kadar yapılan bölge toplantılarında tüm katılımcılarla birlikte mutabakata vardıkları hususları sayarken "2000 yılında gözaltı ve tutuklamalarda insan hakları ihlallerinin kalmadığını veya azaldığını" da belirtmişti. Halen 6 Eylül 2000 tarihinden beridir, bugün itibariyle 51 gündür haklarında tutuklama kararı verildiği halde, Ali BİLMEZ, Alaattin TONGA, M.Sabri ÖZDEMİR ve Fesih GÜLER isimli sanıklar Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü, Terörle Mücadele Şubesinde tutulmaktadırlar. Sayın Bakan isterlerse bugün gidip durumu yerinde inceleyebilirler.
Aslında bu uygulamayla sanıklar "akıl ve ruh sağlıklarını kaybetmekle itirafçı olmak" arasında insanlık dışı bir tercihe zorlanmaktadırlar.
28 Şubat Sürecinde, hukuk dışı bir kurum olarak varlığı gizlenmeyen BÇG'nin işlevini yerine getirmek üzere oluşturulan Başbakanlık Takip Kurulu, resmen kamu çalışanlarını fişlemeye devam etmektedir. Çok sayıda vatandaş okuduğu gazeteye, yakınlarının kıyafetine, üye olduğu dernek, sendika, vakıf gibi kuruluşlara göre fişlenerek potansiyel suçlu gibi değerlendirilmektedir.
Yine Devlet uyguladığı ekonomik politikalarla nüfusun % 80'ini yoksulluk sınırına çekmiş, bunların bir kısmını ise açlıkla pençeleşir hale getirmiştir. Gelir dağılımındaki adaletsizlik derinleştirilerek toplum açlıkla terbiye edilmek istenmekte, devlet bundan yararlanmak suretiyle toplumdaki siyasal talepleri, özgürlük taleplerini kırmaya çalışmaktadır. 87 Milyon Lira ile aile geçindirmeye çalışan, mevcut işini bile kaybetme korkusu taşıyan asgari ücretli bir işçi için insan hakları ve özgürlükler lüks olmaktadır.
Sayın Bakan, Değerli katılımcılar;
Bu arada toplumsal barışı tehdit eden, yoğun hak ihlallerinin yaşandığı iki temel soruna değinmemek eksiklik olacaktır. Bu alanlardan biri din özgürlüğüdür. Özellikle 28 Şubat sürecinde açıkça tanımlanmamış, ceza yasalarında da suç olarak nitelendirilmemiş irtica ile mücadele adına çok geniş halk kesimleri mağdur edilmiş ve bu baskılar artarak devam etmektedir. Başörtülü kadınların öğrenim ve çalışma alanlarından dışlanması, bürokrasideki dindar personel kıyımı, imam-hatip liselerinin orta kısmının kapatılması, bu okullardan mezun olan gençlerin art niyetli bir puan hesaplama yöntemi ile yüksek öğrenimden yoksun bırakılması, ailelerin çocuklarına din öğrenimi vermelerinin yasaklanması, Kur'an-ı Kerim öğrenme yaşının 12'ye yükseltilmesi, Milli Eğitim Bakanlığınca öğrenci mübadelesi kapsamında yurt dışındaki üniversitelerde öğrenimlerini tamamlayan çok sayıda vatandaşın diploma denkliklerinin iptali sonucu mağdur edilmeleri, hakim ve savcılar üzerinde baskı uygulayarak siyasallaşmış yargı ile hak arama yollarının kapatılması, din özgürlüğü alanında yaşanan ihlallerin sadece bir kısmıdır.
Yoğun ihlallerin yaşandığı diğer temel sorun ise Kürt Sorunudur. Kuşkusuz her hangi bir sorunun çözümlenebilmesi için öncelikle o sorunun doğru tanımlanması şarttır. Oysa bu soruna yıllardan beri hala ortak bir isim konulamamıştır. Kimilerinin "Kürt Sorunu" adını verdiği sorun, kimileri tarafından "Güneydoğu Sorunu", kimilerince de "Terör Sorunu" olarak adlandırılmaktadır. Bu tanımlamalar, doğal olarak sorunun sebeplerine, sonuçlarına ve çözüm yöntemlerine de şekil vermektedir.
Sorunu "Güneydoğu Sorunu" olarak tanımlayanlara göre sorunun kaynağı bölgedeki feodal yapı ve ekonomik ve kültürel geri kalmışlıktır. Bunların çözüm önerileri de bir türlü hayata geçirilemeyen ve sayıları 20'yi aşan ekonomik paketler ile güvenliği önceleyen ve asimilasyonu amaçlayan "köy-kent projesi"dir.
Sorunu "Terör Sorunu" olarak nitelendirenlere göre ise sorunun kaynağı PKK terörüdür ve PKK'nin yok edilmesi sorunu bitirecektir. Oysa sorunun böyle olmadığı çok açıktır. Zira sorun PKK ile başlamamıştır ve sorun en azından Cumhuriyetle yaşıttır. Dolayısıyla PKK, terör, göç, geri kalmışlık, bölgede yaşanan sorunun nedenleri değil, ancak sonuçları olabilir.
Sonuç olarak bölgede yaşanan sorun; etnik, kültürel,sosyal, ekonomik boyutları olan komplike bir insan hakları sorunudur. Terör ve uluslararası boyutu da göz ardı edilmeden ele alınacak bir mastır planla ancak çözüm süreci başlatılabilir.
Süre sınırlaması nedeniyle suçluları, özellikle siyasi suçluları ıslah edip topluma kazandırmayı değil, onları imha etmeyi amaçlayan F Tipi Cezaevi uygulaması başta olmak üzere, Kangrene dönüşmüş YÖK Sorunu, OHAL uygulamaları, Af, Ana dilde eğitim ve yayın, İdam cezası ve benzeri bir çok konudaki düşünce ve önerilerimizi ifade edemedik.
Sonuç olarak insan hakları açısından ihlallerin yaşandığı ve toplumsal barışı kökünden dinamitleyen temel sorunlarımızın hepsinin gerçekçi çözümü, Türkiye'de devletin üzerine bina edildiği kuruluş ve örgütlenme biçimini değiştirmekten, devletin, ideolojik dayatmalarda bulunmayan bir hizmet aracına dönüştürülmesinden geçmektedir. Devlet tahakküm edici yapısını, birey ve toplum hayatına açık yada örtük müdahalelere zemin hazırlayan ideolojik karakterini terk etmedikçe, kendi toplumunun diliyle, diniyle, kültürüyle, kısacası değerleriyle barışmadıkça toplumsal barışı ve dayanışmayı yok eden sorunlarımızın ciddi bir çözüme kavuşmasını beklemek güç olacaktır.
Teşekkür eder, MAZLUMDER adına hepinizi saygıyla selamlarım....
DİYARBAKIR'DA YAPILAN İ.H. ÜST KURUL TOPLANTISI İLE İLGİLİ İZLENİMLER
Urfa Valiliğinin toplantıya çağırdığı kurum ve kuruluşlar arasında İHD ve MAZLUMDER'in yer almaması üzerine Bakana çekilen bir faksla MAZLUMDER'in sadece Urfa'da Şubesinin bulunduğu da hatırlatılarak bu tutumun yadırgandığı; bunun Bakanlığın bir tasarrufu mu olduğu, yoksa yerel yöneticilerden mi kaynaklandığı hususunda bilgilendirilme talebi iletilmiştir. Bir süre sonra Urfa Valisi bizzat arayarak katılmamızdan memnuniyet duyacağını, çağrılmamanın özel kalemin bir ihmalinden kaynaklandığını bildirmiş ve davete ilişkin yazıyı göndermiştir. Gelen yazıda dağıtım MAZLUMDER, İHD ve Atatürkçü Düşünce Derneği'ne yapılmıştır.
Diyarbakır Valiliğinin gönderdiği yazılarda konuşma süresinin 8 dakika ile sınırlı olduğu belirtilmiş ise de herhangi bir sınırlama getirilmemiş, akşam bitime doğru bazı katılımcıların uçağı kaçırmaması için kalan 3-4 kişiye 5'er dakikalık süre sınırlaması getirilmiştir. Bakan açışta, ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğe, eşit vatandaşlığa, bölgede ihlallerin büyük oranda bölücü terörden kaynaklandığına vurgu yapmış; Vali ve Kaymakamların başkanlığında devlet yetkilileri ile sivil toplum kuruluşları temsilcilerinin katılımı ile il ve ilçe insan hakları kurullarının oluşturulacağını belirtmiştir. 2001 yılı sonuna kadar insan hakları ihlallerinin
dünya ortalamasının altına düşeceğini, insanlık suçunun zamanaşımının olmayacağını ancak geçmişe takılmamak gerektiğini ifade etmiştir.
Konuşmalara İHD adına Osman BAYDEMİR ile başlanmış, peşinden MAZLUMDER, daha sonra da TİHV adına Sezgin TANRIKULU ile devam etmiştir. Toplantılara üst kurul üyeleri (Bakan, Başbakanlık müsteşar yrd., MGK Gn. Sekreterliğinden bir general, bazı bakanlıklardan yetkililer), 10 ilin Valileri, Emn. Md.leri, Jan.Kom.ları, C.Başsavcıları, Belediye Başkanları, Üniversite rektörleri, Diyarbakır milletvekilleri ve sivil toplum kuruluşları temsilcileri katılmıştır. Diyarbakır'da katılımcı sayısı 238 olarak açıklanmıştır.
Konuşmacılara hiçbir müdahalede bulunulmamış, sadece Bakan zaman zaman yanlış anlamaları önlemek açısından, veya dile getirilen bir konu ile ilgili olarak yaptıkları veya yapmayı düşündükleri çalışmalarla ilgili bilgilendirmelerde bulunmuştur.Sadece Şırnak Valisi, İHD ve HADEP'lilerin Şırnak Hadep İl Başkanının tutuklanma hadisesi ile ilgili komplo iddialarına cevap vermek üzere konuşmuş, işkence yapılmadığından, gözaltında doktor kontrolünden, bir istihbarat bilgisi üzerine aracının aranmasından ve ele geçen silahlardan söz etmiş, bu arada basına yansıyan muska hadisesini anlatmıştır. İnsan hakları örgütlerinin çifte standartlı olduklarını, terör örgütünün katlettiği kişilerin ne bu toplantıda nede başka platformlarda dile getirilmediğini ifade etmiştir. Burada insan hakları örgütlerine bölücü, hain dendiği belirtildi
( ben konuşmamda söylemiştim). Bu örgütler ne zaman mikrofonu ellerine alıp PKK terör örgütüdür, 40.000 kişiyi katletmiştir derlerse sorunun çözümüne katkı sunmuş olurlar şeklinde konuşmuştur.
Bakanın ifadesine göre diğer Valiler ve resmi yetkililer, konuşmalarının eleştirilere cevap olarak algılanacağını, oysa amaçlarının diyalog olduğunu; yapılan eleştirileri not edip araştıracaklarını ve gereğini yapacaklarını belirterek konuşmak istememişler.
Yapılan konuşmaların bir kısmı ekonomik ve sosyal talepleri içerirken, İHD, HADEP ve onlara yakın meslek kuruluşu temsilcilerinin konuşmalarında ihlallerle ilgili kronolojik raporların dışına çıkılmamış, iyileşmelerin olduğundan söz edilmiş, sistem eleştirisinden kaçınılmış, birilerini ürkütmemek veya öfkelendirmemek için azami çaba sarf edilmiştir.
Benim konuşmam sırasında Diyarbakır TEM'de tutulan sanıklardan söz edilirken Diyarbakır Emniyet Müdürü salondan çıkmış ve konuşma bitiminde dönmüştür. Sisteme yönelik eleştiriyi sadece biz yaptığımızdan olsa gerek milletvekilleri başta olmak üzere bir çok çevreden olumlu tepki alındı.
Toplantı bitiminde yapılan konuşmalarda üzerinde durulan hususlar özetlenmiş, inançlarına göre kıyafet tercih hakkının bireyin kendisine bırakılması dahil bir çok talep dile getirilmiştir.
Sonuç kısmında toplantının çok verimli geçtiği, tüm görüşlerin dikkate alınacağı, yurt içinden ve dışından bir çok çevrenin gözünün bu toplantıda olduğu, sonuçta Türkiye'yi sevenlerin memnun, diğerlerinin üzgün olduğu; ortak beyanın sevgi olduğu, devlet ve milletin birbirine karşılıklı güven beslemesi gerektiği, birlik ve beraberliğin sağlandığı, terörün kalkmış olduğu, bölgesel kalkınma için uygun ortamın hazır olduğu açıklanmıştır.
Bundan sonraki toplantılara katılım olacaksa iyi hazırlanılmalı, sistem eleştirisi üzerinde daha geniş durulmalı, çünkü bu hususları kuruldakiler duymak istemedikleri gibi orada bulunanlar tarafından da duyulmasını istemiyorlar. Yaşanan ihlaller sayısal olarak konuşmanın belirli yerlerinde ifade edilebilir. Gerekirse ihlaller alanlara göre sıralanarak rakamsal ifadelerin yanında çarpıcı birer-ikişer örnekle anlatılabilir. Bölgede yaşanan ihlallerden çarpıcı örnekler mutlaka verilmelidir. MAZLUMDER'e ve yöneticilerine yönelik baskıları biz dile getirmedik. Bu bir eksiklikti. İhmal edilmemeli. Dernek tarafından hazırlanmış raporlar varsa dosya halinde konuşma metni ile birlikte sekreterya ya verilmelidir.
Özürlüler Derneği temsilcisi, toplantıda bir çok kesimin sorunlarına değinildiğini ancak toplumun % 10'unu teşkil eden özürlülerin sorunlarından kimsenin söz etmediğini ifade ettiğinde utanmıştık. Bu tür kesimlerin sistemin ihmal ve ilgisizliğinden kaynaklanan sorunlarının yanında, ekonomik, sosyal, eğitim, çevre, v.b. sorunlara mutlaka değinilmelidir.
Toplantıya Vakıf temsilcilerinden kimsenin çağrılmadığını gördük. Bu husus eleştirilmelidir.
Sol anlayışa sahip parti, dernek, sendika temsilcileri İHD'nin raporlarından da faydalanarak son derece hazırlıklı gelip konuştukları halde diğer kesimden toplantıya katılanların hiçbir hazırlığının olmadığı görüldü. Bu nedenle de hiçbiri konuşma yapmamaktadır. Görüştüğüm bazı Fazilet Partili Belediye Başkanları ve Parti İl Başkanları, "devletin konuşacağını ve kendilerinin de dinlemek üzere çağrıldıklarını sanarak geldiklerini" ifade etmişlerdir.
Bunlarla toplantı öncesi diyalog sağlanarak katkı sunulabilir. Ayrıca toplantıya çağrılmamış örgüt temsilcilerinin Valilik veya Bakanlık nezdinde girişimde bulunmaları önerilerek toplantıya katılımları sağlanabilir.