Yılmaz ENSAROĞLU
MAZLUMDER Genel Başkanı
Türkiye'de insan haklarının geliştirilmesi ve korunması için herkese birtakım görevler düşmekte ise de, kuşkusuz en önemli sorumluluğu, siyasi irade taşımaktadır. Son yılların hükümetleri içerisinde bu sorumluluğun farkında olarak görev yapmaya ve sivil toplumun sesine kulak vermeye çalışanların varlığı, insan hakları mücadelesi bakımından özel bir önem taşımaktadır. Bu sürece olumlu katkılar sağlayan herkesi şükranla, takdirle anıyor ve onları ve sizleri saygıyla selamlıyorum .
Son yıllarda ülkemizdeki insan haklarının tanınma ve korunma düzeyi, Avrupa Birliği ile ilişkiler bağlamında sürekli ele alınmakta ve tartışılmaktadır. Özellikle Kophenhag Krtiterleri gibi bir dizi belgede somutlaşan talepler, Türkiye'nin üyelik için yapması gereken düzenlemelerin insan hakları alanındaki çerçevesini çizmektedir. Geriye doğru baktığımızda, Tanzimat döneminden bu yana Batılı ülkelerin bizden siyasi, hukuki ve iktisadi alanlarda bazı değişiklikler yapmamızı istediklerini, bu değişiklikleri kimi zaman ön şart haline getirdiklerini görebiliyoruz. Yaklaşık iki yüz yıldır bu taleplere verilen cevap ise, genellikle, Batılı ülkelerle kurulacak askeri, siyasi ve ekonomik ilişkileri bozmayacak ölçüde, deyim yerindeyse, görüntüyü ve günü kurtaracak değişiklikler yapmak şeklinde olmuştur. Kuşkusuz bu taleplerin arkaplanında çoğu kez Batılı ülkelerin siyasi ve ekonomik çıkarlarının bulunduğu doğrudur; ancak Batılı ülkelerin ya da uluslararası toplumun istediği her değişikliği bir kötü niyetin ifadesi olarak değerlendirmek yanlıştır.
Özellikle içinde bulunduğumuz tarihsel dönemde bu taleplerden insan haklarına ilişkin olanları mutlak anlamda art niyetli olarak algılayıp bir çırpıda reddetmek veya sürüncemede bırakarak göstermelik bazı adımlar atmakla yetinmek, vahim bir hata olacaktır. Çünkü insan hakları; insanın insan olarak varolmasının bir gereği olarak tanınması gereken bir değer olmasının yanında, toplumsal barışın ve huzurlu bir ülkenin tesisinin de vazgeçilmez şartıdır. Bu bağlamda günümüzde yetkili ağızlardan duyduğumuz "bu hakları Batılılar istiyor diye değil, bizim halkımız bunlara layık olduğu için tesis etmeliyiz" şeklindeki söylem, önemli ve umut vericidir. Ancak aynı söylemin, başka bir oyalama taktiği olabileceğinden veya ülkemizdeki "de facto" durumu göz önüne aldığımızda siyasetdışı olması gereken bazı güçler tarafından engellenebileceğinden yana kaygı duymamak da mümkün değildir. Bu çerçevede asıl yapılması gereken, insan hakları konusunda Batılı ülkelerin taleplerinden bağımsız olarak bizim kendi sorunlarımızı ele almamız ve açık yüreklilikle tartışmamızdır.
Bu vesileyle benim yapmak istediğim, Batılı ülkelerin dediklerinden veya istediklerinden bağımsız bir biçimde, bireyler, sivil toplum örgütleri ve seçilmiş siyasi organlar olarak yapmamız gerekenlere ilişkin bir öneri getirmeye çalışmak olacaktır.
Değerli dinleyiciler, bunun anlamı, her şeyden önce, çözüm için gerekli ve yeterli güvenin tesis edilebilmesidir. Yine bunun anlamı, her şeyden önce, korkularımızı, kaygılarımızı konuşmaktır. Dilerseniz buna insan hakları örgütlerine ilişkin imajı konuşarak başlayabiliriz. Örneğin, devleti temsil eden bazı makamların veya kişilerin gözünde, ülkemizde insan hakları savunucuları ve örgütleri çoğu kez insan haklarını herhangi bir siyasi programın aracı olarak kullanan, yıkıcı, bölücü, gerici ve benzeri niyetleri olan, insan haklarını da bu niyetlerini gerçekleştirmek için dile getiren unsurlar olarak algılanmaktadır. Bu imajın bir parçası da, ülkeyi her an batılılara jurnalleyen, böylece Türkiye'nin itibarını sarsan bir tür işbirlikçiliktir. Buna mukabil bazı kişi ve organizasyonların gözünde ise devlet, insan haklarını samimiyetsiz bir biçimde kabul ediyor görünen, ama onu her fırsatta ihlal eden, bir yandan demokratikleşmeden söz ederken diğer yandan mevcut sivil ve siyasi haklar alanını bile daraltan uygulamalar yapan bir gücü ifade etmektedir. Bu iki ana imajın mevcut olmadığını söylemek, aşırı iyimserlik olacaktır. Türkiye'nin kronik insan hakları sorununa bir gün gerçekten bir çözüm getirecek bir girişim başlatılacaksa, yapılması gereken, öncelikle bu kaygıların ele alınacağı bir diyalogu başlatmak olacaktır ve bu diyalog ne kadar erken başlayacak olursa, sonuca varmak da o ölçüde çabuk olacaktır diye düşünüyorum.
Bu imajlarla ilgili olarak yapılması gereken ilk tespit, türdeş bir "insan hakları savunucusu"nun veya "devlet yetkilisi"nin, hatta türdeş bir "Batılı"nın olmadığıdır. İnsan haklarının yükselen bir değer olması dolayısıyla onu kulllanan çeşitli çevreler, makamlar, kurumlar vs. olabilir ve vardır da. Ancak onların varlığı, çözüme katkıda bulunabilecek bir diyalogu reddetmek için gerekçe yapılmamalıdır. Bu çerçevede devletten beklentimiz, insan hakları ile ilgili olarak kendisine yöneltilen eleştirileri art niyetli, devlet aleyhtarı girişimler olarak algılamaması, vatanseverlikle devletin eleştirilmezliği arasında bir bağ kurmaması, bu eleştirilerin gerçekten iyi niyetli bir biçimde gerek bu ülke ve gerekse insanlık için iyi olanı talep etmekten kaynaklanmış olma ihtimalini pratikte gözardı etmemesidir. Bu bağlamda bazı yetkililerin yeniden düşünmesi gereken hususlardan birisi de, ülke için gerektiğinde devleti açıkça suçlayabilecek, "kral çıplak" diyebilecek birilerinin mi, yoksa yaşananlara göz yummayı seçen birilerinin mi daha "vatansever" olduklarıdır. Kişisel olarak ben, insan hakları mücadelesini bir vatanseverlik gereği olarak değil, insan hakları anlayışımın dayandığı ahlaki tercihimin bir gereği olarak yürütmeye çalışıyorum; ancak sonuçların tüm insanlığa olduğu gibi bu ülkenin insanına da yararlı olacağına inanıyorum.
Bu konuda insan hakları savunucuları tarafından baktığımızda devlete ilişkin yukarıda sözünü ettiğim olumsuz imajı otomatik olarak kabul etmek istemediğimizi, insan hakları konusunda bizden istenenleri, kimi zaman en trajik engellemelere maruz bırakıldığımız zamanlarda bile karşılamaya çalıştığımızı söyleyebilirim. Bu vesileyle doğrudan yaşadığım ve henüz kamuoyuna yansımamış iki yeni engellenme örneğini sizlerle de paylaşmak istiyorum. Bursa Şubemiz, 08 Aralık 2000 günü "İnsan Hakları, Küreselleşme ve Türkiye" konulu bir panel düzenlemeye karar vermiş ve bunu yaklaşık on gün önce de Valiliğe bildirmiştir. Ancak panelin başlamasından altı saat önce kendilerine paneli yapabilmek için 2911 Sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanununa göre yedi kişilik bir tertip komitesi oluşturarak 72 saat önce başvuruda bulunmalarının gerektiği, buna rağmen panelin yapılması halinde haklarında yasal işlem yapılacağı hususu bir yazı ile bildirilmiştir. Ve hemen idari yargıya başvurulmuş ve yargının verdiği yürütmenin durdurulması kararıyla bu panel yapılabilmiştir. Buna rağmen son derece çirkin, kaba ve tamamen keyfi engellemeler ve baskılar altında b etkinlik gerçekleştirilmiştir. Sadece hukuka değil, 2911 sayılı kanuna da aykırı bu keyfi engelleme girişiminin bir benzeri de dün Yalova'da yaşanmıştır. Istanbul Şubemiz de 09 Aralık günü, birkaç dağcı ile birlikte kırsalda yapılacak kısa bir yürüyüş ve tırmanışın ardından bir Filistin Askısını yüksek bir dağın zirvesine gömmek gibi bir sembolik etkinlik düzenlemiştir. Ancak İstanbul'dan Yalova'ya kadar tüm yollarda, iskelelerde olağanüstü güvenlik önlemleri alınmış ve dağlık bölgeye yaklaşıldığında oluşturulmuş olan üçüncü jandarma barikatı tarafından geçişlerine izin verilmemiş ve heyetimize yürüyüş yapabileceğimiz, tırmanış yapabileceğimiz bildirilmiş; inanamayacaksınız ama Filistin Askısını gömmemize izin veremeyeceklerini, çünkü bunun 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanununa aykırı olduğu tebliğ edilmiştir. Ve olay dün medyada, "MAZLUMDER'in gömmek istediği Filistin Askısı, devlet tarafından kurtarıldı" şeklinde haberleştirilmiştir. Bu kanundışı engellemeleri yapanlar hakkında hukuki girişimlerde bulunmak istiyor; ancak haklılığımıza ilişkin karar verecek hakimlerin de bir yerlere sürgün edilebilecekleri endişesini de taşıyoruz.
Değerli dinleyiciler,
Uluslararası alanda bazı ülkelerin birbirlerinin sorunlarını kaşıyarak diğer ülkeleri zor duruma sokmaya çalıştıkları doğrudur; ancak hiçbir ülkenin gücü, diğer bir ülkede hiç mevcut olmayan bir sorunu yoktan varetmeye yetmez. Bu gidişi değiştirmek, birilerinin kaşıyacağı veya kanatacağı bir yara bırakmamak bizim elimizde. İnsan hakları sorununun tamamen çözüldüğü bir yeryüzü cenneti hayal etmiyoruz; ancak bu sorunu bugünkü boyutlarıyla yaşamamanın da elimizde olduğuna inanıyoruz. Bunu, bugün veya gelecekte birileri yapmak zorunda.
Sayın Bakan, Değerli Katılımcılar,
Ülkemizde insan haklarının güvence altına alınmış olduğu bir hukuk devletine ulaşmak için öncelikle mevcut devlet aygıtının; işlevleri ve sınırları iyi belirlenmiş, ideolojik tercihten arındırılmış ve evrensel hukuk ilkelerine bağlı araçsal bir yapıya dönüştürülmesi gerekmektedir. Toplumu tüm çeşitliliğiyle tanıyan, herkesin ve her kesimin katılımı ve katkısıyla hazırlanacak, temel hak ve özgürlükleri güvence altına alan sivil bir anayasa, bu yapısal dönüşümün belgesi olmalıdır. Bu sürece, toplumun devlet için değil, devletin toplum için varolduğunu düşünen, despotizme zemin hazırlayan iç düşman paranoyasını reddeden ve barış içinde bir arada yaşamanın temel şartının herkesin haklarını korumaktan geçtiğini öngören bir zihniyet değişimi eşlik etmelidir.
Bunun için de öncelikle, demokratikleşme ve özgürleşme taleplerinin hukuk düzlemindeki en büyük engelini oluşturan 1982 Anayasası'ndan ve onun demokrasi, laiklik, hukuk devleti ve insan hakları kavramlarına ilişkin "bize özgü" resmi tanımlarından kurtulmak gerekmektedir. Anayasanın insan hakları açısından ıslahının işe yaraması için, yürürlükteki kanun ve kanun hükmünde kararnameleri de aynı yönde değiştirmek ve bunlardan bir kısmını tamamen yürürlükten kaldırmak şarttır. Bu ve benzeri mevzuat düzenlemelerinin yanısıra uygulamaların da insan haklarına uygun hale getirilmesi için gerekli önlemlerin alınması önemli bir zorunluluktur.
İlk yapılması gereken ise, her şeyden önce 28 Şubat'la daha da yoğunlaşan baskıcı ve yasakçı sürece karşı direnmek olmalıdır. Mevcut temel hak ve özgürlük alanlarının her geçen gün daraltıldığı, askeri ve sivil bürokrasinin Meclis ve sivil hükümet üzeri konumunun pekiştiği bu sürece direnmek, yani en azından mevcut sınırlı özgürlük alanımızı korumak, bunun için kararlılık göstermek, insan hakları adına hayati öncelik taşımaktadır.
Sonuç olarak teorik planda insan haklarını özelleştirmeye, pratikte ise devletleştirmeye çalışan politikalarla Türkiye'nin insan hakları sorunlarının çözümlenmesi mümkün değildir. Yasama ve yürütme organları bünyesinde var olan ve bundan sonra oluşturulacak organizasyonların, kendilerine dayatılmak istenen bu çağdışı insan hakları politikasına boyun eğmeyeceğine, evrensel hukuk ilkelerine dayalı ve evrensel insan hakları standartlarına uygun politikalar üreteceklerine ilişkin umutlarımı korumak istiyorum. Çünkü insan hakları kavram/değerinin uluslararası alandaki prestijini göz ardı edemeyen, ancak onları gerçek anlam ve içerikleriyle işlevselleştirmek istemeyen rejimlerin ortak özelliği, onları sureta kabul etmek, ama fiilen uygulanamaz kılmak olagelmiştir. İllerde ve ilçelerde oluşturulan İnsan Hakları Kurulları'na büyük ölçüde insan hakları örgütlerinin dahil edilmemesi, bunun tipik örneklerinden sadece birisidir; ki ben bunun siyasi iradeye rağmen yapıldığını düşünmek istiyorum.
Dinlediğiniz için teşekkür ediyor ve saygılar sunuyorum.
Ankara, 10 Aralık 2000