DİN KÜLTÜRÜ VE AHLAK BİLGİSİ DERS KİTAPLARI

DİN KÜLTÜRÜ VE AHLAK BİLGİSİ DERS KİTAPLARI

Giriş

Geçtiğimiz haftalarda bazı basın organlarında Milli Eğitim Bakanı Metin Bostancıoğlu'nun, "2000'li yıllarda gerçekleşecek sosyal değişim ve özellikle Avrupa Birliği sürecinin ortaya çıkaracağı yeni gelişmeler, ülkemizde din öğretiminin hem felsefesini, hem de uygulamasını gözden geçirmeyi ihtiyaç haline getirmiştir. Türkiye bu konuda Batı'daki gelişmeleri takip etmek ve onların tecrübelerinden yararlanmak durumundadır. Bakanlığımızın Din Öğretimi Genel Müdürlüğü bünyesinden oluşturulmuş olan Avrupa Birliği Komisyonu '2000'li Yıllarda Din Öğretimi Nasıl Olmalıdır" projesinin ilk aşaması olarak 'Din Öğretiminde Yöntem Sorunu' konulu uluslararası sempozyum düzenleyecektir" şeklinde görüşleri yansıdı. Gündemin "aşırı sıcaklığı" arasında bu sözler buhar kısa zamanda buharlaştı. Oysa Sayın Bakan'a, örneğin, "Madem 2000'li yıllardan (ne özelliği varsa) ve Avrupa Birliği'nden bahsediyorsunuz; '2000'li yıllarda din öğretimi nasıl olmalıdır' yerine, 2000'li yıllarda da Türkiye'de devlet din öğretimi üzerindeki tekelini koruyacak mı?" gibi bir soru yöneltilebilirdi...

Herhangi bir AB üyesi, Sayın Bakan'ın din öğretimi meselesini anlamakta zorluk çekse de, Türkiye'de yaşayan insanlar için bu ne yazık ki yadırganacak bir durum değildir. Dinin kendisi kadar, öğretiminin de sıkı bir denetime tabi tutulduğu ve hatta bu yolla açıktan resmi bir din ve bu dinin eğitiminin dayatıldığı "laik" Türkiye Cumhuriyeti devletinin sayın Bakanı, esasında, "Anayasa'ya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamaz ve yorumlanamaz" ifadeleriyle koruma altına alınan sekiz inkılap kanunundan biri, Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nun kendisine verdiği yetki dahilinde konuşmaktadır.

3 Mart 1924'te çıkartılan ve "dokunması yasak" inkılap kanunlarından biri olan Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile Türkiye'de, askeri olanı da dahil (bir süre sonra bunlar günümüzdeki hale sokulmuştur), her türlü eğitim-öğretim, kurumlarıyla birlikte Milli Eğitim Bakanlığı (MEB)'nın tekeline bırakılmıştır. O tarihten bugüne, yürürlüğe sokulan anayasalarda da bu konunun üzerinde önemle durulmuştur. Sözkonusu inkılap kanunu, öğrenim özgürlüğünü bir bütün olarak doğrudan ilgilendirmekle birlikte, biz burada, yalnızca okullardaki mevcut din eğitimi/kitapları üzerinde duracağız.

Cumhuriyet tarihi boyunca inişli çıkışlı bir seyir izleyen din eğitimine, yakından incelendiğinde öncelikle bir "devlet sorunu" olarak yaklaşıldığı görülecektir. Devlet kadroları, bu konuyu ne yapacaklarına bir türlü karar veremezken, halkın beklentileri "devrim duvarı"ndan öteye gidememiştir. Bu bağlamda din eğitimi, yeri geldiğinde okul ve okul dışında tamamen yasaklanırken (zaman zaman dini içerikli kitaplar bile yasaklanmıştır), yeri geldiğinde de ilk ve orta öğretim kurumlarında, anayasal bir zorunluluk haline getirilmiştir.

Ne var ki, hiçbir durumda ne devletin kendisi, ne de halk memnun olmuştur. Devlet verilen eğitimle beklentilerinin çakışmamasından yakınırken, halk verilen eğitimin resmi söylem etiketli olmasını kabullenememiştir. Bu arada bir kesim, din dersi kitaplarındaki dini yorumun (kitaplarda yalnızca dini yorumlar bulunmadığını baştan belirtelim, bizim üzerinde duracağımız hususlar da bunlar) kendilerine hitap etmediğini belirtirken, daha heterojen bir yapı sergileyen bir diğer kesimse, devletin hangi surette olursa olsun din dayatmasına anlam veremediklerini dile getirmişlerdir. Tüm bu hoşnutsuzluklara rağmen devlet, çok ilginçtir, laiklik adına, Tevhid-i Tedrisat Kanunu üzerine konuşlandırdığı güçle, bildiğini okumakta/dayatmakta bir sakınca görmemiştir.

Okullarda okutulan din dersi kitaplarına geçmeden önce 1982 Anayasası ile "zorunlu" hale getirilen din eğitiminin Türkiye Cumhuriyeti'ndeki tarihi seyrine özet olarak göz atmak durumundayız. Çünkü, zorunlu din dersi ve bu dersin kitaplarının içeriğinin oluşumu, bir anlamda, bu sürecin bir ürünüdür. Ayrıca bu süreç, din öğretimi sorununun öncelikle neden "devletin sorunu" olduğu noktasında da fikir vermektedir. Doç. Dr. Halis Ayhan'ın "Türkiye'de Din Eğitimi" kitabı(*), bu konuda yararlanacağımız çok önemli bir kaynaktır.

(*) Türkiye'de Din Eğitimi, Doç. Dr. Halis Ayhan, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul, 1999.

Türkiye'nin Din Eğitimi Süreci

Türkiye'de din eğitiminin seyri Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile çizilmiştir. Eğitim alanında kendinden sonra çıkarılan bütün kanunlara esas teşkil eden Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile bu alandaki kurumların yanısıra verilecek eğitimin de tek elde toplanması ve tek tip olması öngörülmüştür. Tevhid-i Tedrisat hakkında Saruhan Mebusu Vasıf bey ve 57 arkadaşının imzasını taşıyan kanun teklifinin gerekçesindeki şu ifadeler, bu duruma açıklık getirmektedir: "Bir millet efradı ancak bir terbiye görebilir. İki türlü terbiye bir memlekette iki türlü insan yetiştirir. Teklif-i kanunimizin kabulü takdirinde Türkiye Cumhuriyeti dahilinde ve bilumum irfan müessesatının mercii umumiyesi Maarif Vekaleti olacaktır." Kanunun kabulünden bir yıl sonra Muallimler Birliği Toplantısı'nda konuşan İsmet İnönü, tavırlarında bir değişiklik olmadığını yinelemiştir: "TBMM kararını verdi. Tedricen varılacak muazzam gayeleri tacil etmek inkılap yapmaktır... Bunu yapmak için ariz-amik düşündük. Gördük ki başka hiçbir çare yoktur. Gördük ki bütün dünyanın yolu bu yoldur. İtilaya ve medeniyete eren milletler hep bu yoldan giderek bugünkü seviyelerini buldular. Mügalatalara, tavizlere boyun eğmek itiraf-ı acz olurdu. İnkılaplar kadir ve kahirdir." Konuşmasında, 10 yıl sonra her şeyin çok farklı olacağının altını da çizen İnönü, "O fiili tecelliye kadar biz bu hakikati kanunen, cebren, inkılapla telkin ve tatbik edeceğiz" demeyi de ihmal etmemiştir. Tek parti döneminin son Milli Eğitim Bakanı Tahsin Banuoğlu da Tevhid-i Tedrisat Kanunu'na şu anlamı yüklüyor: "Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nun manası, ruhu şudur: Türkiye'de bundan böyle bir tek umumi tahsil müessesesi, bir tek mektep yaratmak, bir tek terbiye vermek ve bir tek zihniyet sahibi insanlar yetiştirmek, bu sayede de bir tek bütün millet meydana getirmek"

İnönü'nün konuşmasının üzerinden daha birkaç yıl geçmeden, dini eğitim açısından Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nu eleştirenler haklı çıkartılmıştır. Tevhid-i Tedrisat Kanunu'na göre açılan İmam Hatip Mektepleri (1929) ile Darülfünun İlahiyat Fakültesi (1933) kapatılırken (bu iki müessese din ve dini eğitimle yakından ilgili olmakla birlikte, bu çalışmanın dışında tutulmuştur); diğer okullarda da 1931 yılında son verilen dini eğitime, 1949 yılına kadar bir daha izin verilmemiştir.

İlginç olan, yasaklı yıllarda, din eğitiminden önce, "gençlerdeki ahlak buhranı" nedeniyle, ahlak eğitiminin tartışmaya açılmasıdır. Milli Eğitim Şurası (MEŞ) adıyla (daha önceleri Heyet-i İlmiye) ilk olarak 1939 yılında yapılan toplantıda, çocukların ve gençlerin ahlakı üzerinde genel hatlarıyla durulurken, 1943 yılandaki ikinci MEŞ toplantısında "Okullarda ahlak eğitiminin geliştirilmesi" ve "ilkokullarda bu ilkelerin gerçekleştirilmesini sağlayacak tedbirlerin düşünülerek programa alınması" konusu ağırlı olarak ele alınmıştır. Şura'yı açan dönemin Başbakan'ı Şükrü Saraçoğlu, hazır bulunan üyelere "heyetiniz bu defa milli kültürümüzün ahlak, dil ve tarih alanlarını tetkik edecektir" dedikten sonra, çalışmaları sırasında kendilerine yön verecek bazı hatırlatmalarda bulunmuştur: "Atatürk'ün ve İnönü'nün yarattığı inkılabı ve hamleleri daima gözönünde tutmak", "Alacağınız kararların Türk çocukları ve Türk cemiyeti için olduğunu daima hatırda tutmak", "Ahlak kaidelerinde çok darlığın kısırlığı, çok genişliğin çöküntüye götüreceğini hiçbir vakit unutmamak" Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, Şura'daki konuşmasında nasıl bir insan istediklerine karar vermeleri gerektiğini belirtirken, "Ahlak Komisyonu Başkanı" olarak konuşan Akil Muhtar Özden ise, doktrin münakaşası yerine "Sadece kime iyi kişi, iyi Türk, iyi insan denilebileceğini" araştıracaklarını söylemiştir. Sözkonusu resmi toplantılar ve sonrasında hazırlanan metinlerde, dini terimlerin kullanılmasına karşın, din ve din eğitiminden 1947 yılına kadar hiç bahsedilmemiş olması, dönemin siyasi koşulları açısından hayli anlamlıdır.

Çok partili hayata geçildikten sonra, Temmuz 1947'de, dönemin siyasi koşulları açısından şeklen "lüks" denebilecek bir uygulamada karar kılınmak suretiyle din eğitimi yasağı kağıt üzerinde kaldırılmıştır. Bu tarihte Milli Eğitim Bakanlığı, "Din Eğitimi ve Öğretimi Ana Hatları" başlığıyla bir genelge yayınlayarak, okulların dışında özel dershaneler açmak suretiyle din eğitimi verilebileceğini duyurmuştur. Bakanlık konuyla ilgili genelgesinde, CHP Divanı'nın, çocuklarına "İslamlığın esaslarını öğretmek isteyen yurttaşların ihtiyaç ve dileklerini" inceleyerek "Bu dileklerin Türk devriminin ve T.C. rejiminin vicdan hürriyeti ve laiklik prensiplerinin zaruri kıldığı şekil ve şartlar altında yerine getirilebileceğini, bu şekil ve şartları tayin etmenin de hükümet yetkilerinin arasında bulunduğunu tespit" ettiği ifadelerine yer verilmiştir. "Din bilgileri dershaneleri" açmanın izne tabi olduğu, buralara gitmek için gitmek için ilkokulu bitirmenin gerektiği ve isteğe bağlı olduğu; hükümetin belirleyeceği programın dışında öğretim yapılmayacağı, ancak Türkçe yazılmış kitapların okutulacağı ve Kur'an surelerinin Türk harfleriyle yazılmış bulunacağı vs şartlar yine genelgede belirtilmiştir. Bakanlık, sözkonusu genelgede, "Din bilgileri dershaneleri"nde okutulmak üzere hazırlanacağını duyurduğu kitabı, Haziran 1948'de "Müslüman Çocuğunun Kitabı" adıyla 25.000 adet basmıştır. Böylelikle devletin, ilerde birçok örneğini göreceğimiz, bir "din dersi kitabı" olmuştur. Ne var ki, kitabın basımıyla birlikte, eleştirilerde yükselmiştir. Banguoğlu'nun sonradan itiraf edeceği üzere kitaba, din yerine "biraz devrimcilik biraz da dervişlik karıştırılmıştı." Yükselen eleştiriler üzerine (tek particiliğin sona erdiğini unutmayalım), kitap nedeniyle üzüntü duyduğunu belirten Başbakan Hasan Saka, kitabın din dersi kitabı olarak okutulmayacağını açıklamak durumunda kalmıştır. Sonuç olarak, kitap okutulmadığı gibi, "Din bilgileri dershaneleri" de gerçekleşmemiştir; ancak, tartışmalar da bitmek bilmemiştir.

1949 yılına gelindiğinde, Milli Eğitim Bakanı Tahsin Banguoğlu imzasıyla valiliklere gönderilen bir genelgede "15 Şubat 1949 tarihinden itibaren ilkokullarımızda ihtiyari olarak din dersleri gösterilecektir" denilerek din eğitimine başlanacağı resmen duyurulmuştur. Buna göre, ilkokulların 4. ve 5. sınıflarına (o sıralarda nüfusun büyük çoğunluğu köylerdeydi ve çoğu köyde de ilkokul üç yıldı) haftada birer saat, isteğe bağlı olarak konan din derslerinin, sınıf geçmeye etkisi olmayacağı belirtilmiştir. Banguoğlu'nun sonradan kaleme aldığı "Kendimize Geleceğiz" adlı kitabında da belirtildiği üzere, okutulacak kitaplar Diyanet İşleri Başkanlığı'na yazdırılarak, 1949 yılı ders döneminin başına yetiştirilmiştir. "Türkiye'de Din Eğitimi" adlı kitapta, 1949-1950 öğretim yılında ilkokulların dördüncü ve beşinci sınıflarında okuyan 414.447 öğrenciden "ihtiyari" din derslerine devam etmeyen öğrenci sayısının 2797'sini Müslüman, 3002'sinin de gayri müslimlerden oluştuğu kaydedilmektedir.

Daha ilk yılda, isteğe bağlı din eğitiminin bu denli kabul görmesi, kuşkusuz, 1931 yılında başlatılan yasağın bir sonucudur. Bu durum aynı zamanda, devletin konuyla ilgili politika değişikliğine de işaret etmektedir. Bu tarihlerden itibaren din öğretimine, hiçbir zaman 1930'lu yıllardaki gibi yaklaşılmamaya başlanmış ve o yıllardan uygulamaya konan "sınırlı din dersi denetimi" varlığını, 12 Eylül 1980 darbesiyle birlikte "sıkı din dersi denetimine" bırakmıştır. Ancak bu, bir anda olmamıştır.

14 Mayıs 1950 seçimleriyle birlikte, din eğitim alanında birtakım yeni düzenlemelere gidilmiştir. MEB'in 7 Kasım 1950 tarihli genelgesiyle, din dersleri köy okullarında da uygulamaya konmuş, program kapsamına alınmış ve çocuğuna bu dersin verilmesini isteyenden değil de istemeyenden dilekçe istenmeye başlanmıştır. 1953 yılında, haftada bir saatlik din dersleri öğretmen okullarının dokuzuncu ve onuncu (Lise 1 ve 2) sınıflarında zorunlu hale getirilirken, bundan üç yıl sonra 1956 tarihinde, ortaokullarla dengi diğer okulların birinci ve ikinci (6 ve 7.) sınıflarında, velisinden dilekçe getirenlerin dışındakilere verilmeye başlanmıştır. Sözkonusu dersin lise ve dengi okulların birinci ve ikinci sınıflarında okutulmasına 1967 yılında başlanırken, ortaokullarla liselerin son sınıflarını da kapsar hale getirilmesi 1976 yılını bulmuştur.

Tüm bunlar olup biterken, dersin zorunlu bir şekilde okutulması da gündemdeki yerini almıştır. Ancak, devlet seçkinleri, bunun için, rejimin yeniden şekillenmesinin başlangıcı olan 12 Eylül darbesi ve sonrasındaki anayasasını beklemişlerdir. Zorunlulukta öncelik, din dersinden önce tartışmaya açılmasına rağmen, geri planda kalan ahlak dersine tanınmıştır.

1940'lı yıllarda ahlak dersi üzerine yoğunlaşan tartışmalar, 1974 yılında hükümet programına yansımış ve burada şu ifadelere yer verilmiştir: "Çocuklarımıza, töre ve geleneklerimizle milli hasletlerimize uygun ahlak kaidelerinin öğretilmesi gayesiyle ilk ve orta öğretime mecburi Ahlak Dersleri konulacaktır." Haziran 1974'de alınan bir kararla da ahlak dersi, ilkokul dördüncü, beşinci; ortaokul altıncı, yedinci, sekizinci; lise ve dengi okullarda da dokuzuncu ve onuncu sınıflarda birer saat, zorunlu ders statüsünde verilmeye başlanmıştır. 1982 yılına kadar din dersinden ayrı bir ders olarak okutulan ahlak dersi, 1982 Anayasası'ndan önce (18 Şubat 1982'de) Milli Eğitim Bakanlığı'nca, din dersi ile birleştirilmiş ve bu müşterek derse "Din ve Ahlak Bilgisi" denmiştir. Bundan yedi ay sonra 18 Ekim 1982 tarihinde kabul edilen ve halen geçerli olan 12 Eylül 1980 askeri darbesi anayasasının 24. maddesiyle de bu birliktelik için "Din Kültürü ve Ahlak Öğretimi" adı uygun görülmüştür.

1980'ler itibarıyla, Türkiye'nin sosyal ve siyasal alanda "resmi din" tezine geçişinin en son ve en somut simgesini aralayan zorunlu din dersi öğretimi, 1982 Anayasası'nın 24. maddesinde şu şekilde yer almıştır: "Din ve ahlak eğitim ve öğretimi Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Din kültürü ve ahlak öğretimi ilk ve orta öğretim kurumlarında okulun zorunlu dersler arasında yer alır." Bu ifadelerin anayasada yer alabilmesi için çok uzun tartışmalar yaşanmıştır. 1981 yılı Mayıs ayında, darbe liderinin emriyle Genelkurmay Eğitim Dairesi'nin oluşturduğu "Din Eğitimi Danışma Kurulu"nun iki günlük görüşmeleri sonucunda anayasada yer alan ifadeler yönünde kararlar alınmıştır. Ancak bu yeterli olmamıştır. Kurul üyelerinden İbrahim Agah Çubukçu ile Neda Armaner, din eğitim ve öğretiminin zorunlu dersler arasına alınmasının laiklik ve Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile bağdaşmadığını ileri sürerek, çoğunluğu aldığı karara muhalefet etmişlerdir.

Darbeyi gerçekleştiren beş generalden oluşan Milli Güvenlik Konseyi'nin Danışma Meclisi öncesinde yaptırdığı bu çalışma, konunun Danışma Meclisi'nde tartışılmasına engel olmamıştır. Anayasa Komisyonu'nun hazırlayıp da 17 Temmuz 1982 tarihinde Danışma Meclisi Başkanlığı'na sunduğu taslakta, din eğitimine aynen 1961 Anayasası'nda olduğu gibi yaklaşılmıştır: "Din eğitimi ve öğretimi devletin denetimi ve gözetimi altında yapılır. Din eğitimi ve öğretimi, ancak kişilerin kendi isteğine; küçüklerin de kanuni temsilcilerinin isteğine bağlıdır." Milli Güvenlik Konseyi'nin rengini belli etmesiyle Anayasa Komisyonu teklifi geri çekmek zorunda kalmıştır. Önergelerle, Komisyon'un değişiklik teklifi, "Din ve ahlak eğitimi ve öğretimi ilk ve orta öğretim kurumlarında zorunlu olup, devletin denetim ve gözetimi altında yapılır. İslam dinine mensup olmayan kişilerin din derslerini takibi isteklerine bağlıdır, azınlıklarla ilgili anlaşma hükümleri saklıdır." şekline dönüşmüştür. Bunun üzerine yapılan tartışmalarda çok çeşitli öneriler getirilmiştir. Neticede, bir bütün olarak oya sunulan 24. maddenin konumuzla ilgili bölümü şu şekilde olmuştur: "Din ve ahlak eğitim ve öğretimi, ilk ve orta öğretim kurumlarında zorunlu olup, devletin denetim ve gözetimi altında yapılır. İslam dinine mensup olmayan kişilerin din derslerini takibi isteklerine bağlıdır." Konsey'in gözetim ve denetiminde çalışan Danışma Meclisi, din eğitimi konusunda bu ifadelerden yana karar kılmışsa da son kararı veren yine Konsey'in kendisi olmuş ve tartışılan konuya bugünkü şeklini vermiştir.

Konsey Başkanı Kenan Evren, yıllar sonra, bu dersi zorunlu dersler arasına almakla, hata edip etmedikleri noktasında bir hayli düşündüklerini; fakat, "Laik devlet din konusunda hiçbir şeye karışmaz, ibadet yerleri yapmaz, din adamı yetiştirmez demek değildir. Laik devlet vatandaşlarının kendi inandıkları din içinde, o dini öğrenmeleri, kendi inançlarını uygulamaları için onlara hizmet götürür" düşüncesinden hareketle böyle bir düzenlemede karar kıldıklarını belirtmektedir. Evren, "Dikkat edilecek olursa 'Din Dersi' demedik, 'Din Kültürü' dedik. Aslında 'Din Dersi' de diyebilirdik. Ancak, ilerde bunun istismar edilerek, okullarda abdest alma, namaz kılma zorunluluğu getirmelerinden korktuk" diyerek de örtülü amaçlarını açığa çıkarmıştır (Kenan Evren'in Unutulan Gerçekler adlı kitabı, 1995).

Muhtemelen Evren'in korktuğu şartlar oluşmadı ki, 28 Şubat post-modern darbesine kadar sözkonusu derslere pek dokunulmadı. Daha doğrusu 28 Şubat'a kadar bu derslerden doğrudan yararlanma yoluna gidilmedi; ulus-devletin gereği olarak din eğitiminin rejimin yedeğinde tutulması tercih edildi. Post-modern darbe ile kendini belli eden "zorunlu resmi din" arayışı/dayatması "Din Kültürü"nün kapılarını, daha etkin bir şekilde "Atatürkçülükle İlgili Konular"ın kabulüne açtı. Talim ve Terbiye Kurulu'nun 04 Ağustos 1999 tarihli kararıyla, 1999-2000 öğretim yılından itibaren ilköğretim kurumlarında işlenmesi kararlaştırılan "Atatürkçülükle İlgili Konular', "Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi" kitaplarına etkin bir şekilde yansıtıldı.

DİN KÜLTÜRÜ VE AHLAK BİLGİSİ - 4

Türkiye'deki diğer ders kitapları gibi "Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi" ders kitaplarının da ortak özelliği, "İstiklal Marşı", "Atatürk'ün Gençliğe Hitabesi" ve bir Atatürk resminin ilk sayfalarda yer almasıdır. Dördüncü sınıflara öngörülen ders kitabı(*) da bu doğrultuda hazırlanmıştır. Kitap sekiz üniteden ("Allah ve Allah İnancı", "Peygamberimiz ve Din", "İbadet", "İslam'ın Şartlarına Toplu Bakış", "Namaz", "Oruç", "Zekat", "Hac") oluşmaktadır. İlköğretimde, din dersinin okutulduğu ilk sınıf olması nedeniyle olsa gerek, dördüncü sınıf kitaplarında, ünite başlıklarının tamamı dini kapsamda tutulmuştur. İçerikleri de, başlıkları ile uyum içerisinde gözükmektedir. Yalnız, "ibadet" konusunun anlatıldığı üçüncü ünitede, konunun daha iyi "anlaşılması" amaçlanmış olmalı ki, farklı "argümanlara" yer verilmiştir. Ünitenin "İbadetin Bize Kazandırdıkları" başlığı altında, "her ibadetin insanlara kazandırdığı önemli faydalar" olduğu belirtilerek, bunların ne olduğu açıklanmaktadır. Açıklananların sonuncusunu "Dinimizin emirlerinden biri de insanların hak ve özgürlüklerine saygılı olmaktır. Bu tutum, toplumda birlik, huzur ve güven meydana getirir." ifadeleriyle başlanan düşünce özgürlüğü oluşturmaktadır. "Dinimize göre, düşünce ve inanç konusunda insanların birbirlerine karşı zor kullanmaya hakları yoktur. Çünkü Yüce Allah buna izin vermemekte ve; 'Dinde zorlama yoktur...' buyurmaktadır" cümlelerinden sonra ise, "Cumhuriyetimizin kurucusu olan Mustafa Kemal Atatürk"ün "din ve vicdan özgürlüğüne verdiği önem"e geçilmektedir. Bu noktada, Atatürk'ün şu sözleri sıralanmaktadır: "...Kimsenin fikrine ve vicdanına hakim olunamaz. Vicdan hürriyeti mutlaktır.", "Türkiye Cumhuriyeti'nde her yetişkin, dinini seçmekte hürdür..."

Konu "vicdan hürriyeti"nden açıldığından olsa gerek, laikliğe de değinilmeden edinilmemiştir; tabi Atatürk referansıyla: "Atatürk, laikliğin de insanlara din ve vicdan özgürlüğü tanıdığını şu sözüyle ifade etmiştir: Laiklik yalnız din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılması demek değildir. Tüm yurttaşların vicdan ibadet ve din hürriyeti de demektir." Bir sonraki paragraf da ise, din özgürlüğünün nasıl bir "mesele" olduğuna yine Atatürk'ün sözleriyle "ışık" tutulmaktadır: "Din, bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir..."

Din ve inanç özgürlüğünün "cumhuriyet yönetimiyle güvence altına" alındığı sıklıkla belirtilirken, "Biz, daima gerçeği arayan, onu buldukça ve bulduğumuza inandıkça, ifadeye cesaret eden adamlar olmalıyız" sözüyle de Atatürk'ün "düşünmeye ve düşünceleri açıklamaya verdiği önem" anlatılmak istenmiştir. Bunlara paralel olarak Atatürk'ün "başka milletlerin de dinine, örf ve adetlerine saygı gösterilmesi gerektiği" hususu, yine kendi sözleriyle delillendirilerek, "milletimizin bu konuda örnek olduğunu" söylediği kaydedilmiştir. Atatürk'ün "Ben, kalpleri kırarak değil, kalpleri kazanarak hükmetmek isterim" demek suretiyle de "önemli olanın kalpleri kazanmak olduğunu" ve bununla da "kendi milletinin huzur ve refahına verdiği önem kadar başka milletlerin de huzur ve refahına" verdiği önemi gösterdiği belirtilmektedir.

Toplam sekiz sayfadan oluşan"İbadetin Bize Kazandırdıkları" bölümünün yedi sayfası (ünitenin kendisi 16 sayfa), düşünce özgürlüğü üzerinden Atatürk'e ayrılmıştır. Bu arada, Atatürk'ün "düşünce ve vicdan hürriyeti" ile ilgili sözleri 1982 Anayasası'nın ilgili ifadeleri ve kapağının resmiyle de takviye edilmiştir. İki ayrı sayfaya da "Atatürk insanların özgürlüklerine saygı göstermiş olan bir devlet adamıdır" ve "Atatürk, çalışma odasında kitap okurken" resimaltı yazılarıyla iki Atatürk resmi konulmuştur. Ünitenin tamamında Kur'an'dan üç ayet zikredilirken, yalnızca sözkonusu başlık altında Atatürk'ten on, anayasadan iki alıntı yapılmıştır. Ünitenin "okuma parçası"nı ise, Atatürk'ün, kendisini ziyarete gelen İngiliz Kralı Vlll. Edward'a verdiği akşam yemeği oluşturmaktadır.

(*) İlköğretim Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Ders Kitabı 4, Sabit Canbulan, Meram Yayıncılık, İstanbul, 2000.

DİN KÜLTÜRÜ VE AHLAK BİLGİSİ - 5

Beşinci sınıf öğrencilerine öngörülen kitabın(*) daha en başında, din eğitimi tartışmaları boyunca sık sık gündeme getirilen, Atatürk'e ait bir ifade dikkat çekmektedir: "Her fert dinini, dininin buyruklarına uymayı, imanı öğrenmek için bir yere muhtaçtır. Orası da okuldur." Bu ifadeyle, bir üst sınıfa geçmiş öğrencilere, adeta "ne iyi yapıp da okula geldikleri (başka şansları varmış gibi), aksi taktirde ömür boyu cahil (!) kalacakları" müjdelenmektedir. Kitabın "içindekiler" bölümüne bir göz atıldığında ise, "müjde"nin boşuna olmadığı hemen anlaşılmaktadır. Toplam 10 ünitenin altısı ("Allah'a İnanmak", "Meleklere İnanmak", "Kitaplara İnanmak", "Peygamberlere İnanmak", "Ahiret Gününe İnanmak" ve "Kadere İnanmak") doğrudan bir dini çağrıştırırken, ikisi ("Ahlaki Görevlerimiz" ve "Temizlik ve Doğruluk") dersin "ahlak" boyutuna yöneliktir. Bunlar arasındaki, yedinci (Atatürk'ün Dinimiz ve Laiklik İle İlgili Görüşleri) ve onuncu (Vatan Sevgisi) üniteler adeta "sırıtmak"tadır.

"İçindekiler" bölümünde kendini belli eden "sırıtma" olayının, lafın gelişi kullanılmadığı, ünitenin içeriğine bakıldığında, her ne kadar dilbilimcilerin sorunu olsa da "sırıtma" tabirini kullanmakla "kahkahaya" hakaret edilmiş olduğu kolaylıkla farkedilmektedir.

Ünitenin birinci başlığını "Laiklik" oluşturmaktadır. "Allah insanlara verdiği özgürlüğün, onlardan alınmasını hoş görmez" ifadesinden sonra geçilen laiklik "devletin din kurallarını devlet işlerine karıştırmaması ilkesi" olarak tanımlanmaktadır. Saf bulunup "niye böyle" diyebileceklere cevap hazır: "Çünkü, devletlerin görevi, hangi inançtan olursa olsun, bütün vatandaşlarını bir arada ve mutlu olarak yaşatmaktır."

Türkiye Cumhuriyeti'nin "vatandaşlarının büyük çoğunluğu Müslüman olan bir devlet" tespitinden sonra, devletin "farklı dinlerden vatandaşları" olduğuna dikkat çekilmektedir. Bu uyarının ardından, "Laiklik, devletin vatandaşlarına dinleri sebebi ile haksız davranmasına izin vermez" deme ihtiyacı hissedilmiştir. Bunun neden böyle olduğuna ise ise, bir sonraki cümlede değinilmiştir: "Farklı dinlere sahip olmak vicdan özgürlüğünün gereğidir." Türklerin tarih boyunca egemen oldukları ülkelerde "Müslüman oluşları ile birlikte İslam dininin din ve vicdan özgürlüğü ilkesine" saygı gösterdikleri ve hatta "dünyaya örnek" oldukları; buna karşın "dünyanın" ise, "buna benzer ilkeyi geliştirerek uygulayabilmesi(nin) çok geç ve güç" olduğu kaydedilmektedir.

Laikliğin "bugün dünya devletlerinin başvurduğu ve uygulamaya çalıştığı bir ülkü" olarak yansıtıldığı bir sonraki paragrafda, laik devletin "vatandaşlarına, dinlerinin farklı oluşundan dolayı farklı muamele" yapmayacağı ifade ediliyor. Bu arada laikliğin bir "sırrına" daha yer veriliyor: "Laiklik, devlet ve kamu işlerini dini ayrılıkların üstünde tutmayı gerektirir."

"Teorik bilgiler"den sonra sıra, çocukların hiç de yabancısı olmadıkları bir "hükme" geliyor: "Devletin dini temelleri dine dayandırılamaz." Orta yolu bulmak amacıyla olsa gerek ki, peşine de "devlet dine ve dindarlara düşmanca tavır da alamaz" ifadesi eklenmiştir. Son paragrafda ise, her hangi bir "art niyete" meydan bırakmazcasına "açık" ve "net" konuşulmuştur: "Laik bir devlette milletin egemenliğine dayalı bir yönetim vardır. Devlet hiçbir zaman dinlerin kurallarıyla idare edilemez. Laik devlet, halkın hür iradesi ile belirleyeceği esaslarla aklın ve bilimin ışığında yol alır. Bilimsel olmayan ve aklın kabul etmeyeceği hiçbir esas devlete yön veremez."

Nihayetinde konu yeni bir başlıkla, "Atatürk'ün Laiklik Anlayışı", farklı bir mecraya çekiliyor. Din dersinde de olsa, öğrencilerin "laikliği", şansa bırakılma niyetinde değildir. Konunun ilk cümlesi, sözü uzatmanın anlamsız olduğunu vurgular niteliktedir: "Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti'nin laik olmasını istemiştir." "Çünkü"sü biraz uzun ancak anlamlı: "Cumhuriyet'ten önce, Osmanlı Devleti'nin zayıfladığı, eğitim ve öğretimin gerilediği dönemlerde, dine dayandırılan değişik görüşlerle millet bölünmüştü. Yenilikleri gereğince değerlendiremeyenler, onları dini inançlara aykırı göstermeyi başarabilmişlerdi. Böylece ülkemizde bilimsel çalışmalar durmuş, diğer ülkelerdeki buluşlarla teknik gelişmelerin alınması ve onlardan yararlanılması gecikmişti. Devlet bu durumu engelleyememişti." Bu durum karşısında "Atatürk milleti ve ülkeyi din farklılığından ve dinin farklı yorumlanmasından gelebilecek tehlikelerden korumak için laiklik ilkesini getirtiştir" deniliyor.

Tabi, "Atatürk'ün laiklik ilkesini getirmiş" olması ile "devletin din işleri için kurumlar kurması" arasında her hangi bir görülmemektedir. Zira, "Devlet, milletin ihtiyacına göre kurumlar kurar. Bu kurumlar amaçlarına uygun olarak çalışırlar. Din işleri için de kurumlar kurar." Diyanet İşleri Başkanlığı, imam hatip liseleri ve ilahiyat fakülteleri "bu kurumlara" örnek gösterilmektedir. Bu arada dikkat çeken bir nokta, 28 Şubat sürecinde imam hatip liseleri ile ilahiyat fakültelerine getirilmek istenen ve hatta bir ölçüde de başarılı olunan sınırların burada da zikredilmesidir; imam hatip liselerinin yalnızca "din görevlileri yetiştirmek", ilahiyat fakültelerinin de "din bilginleri ve öğretmenleri yetiştirmek" amacıyla kuruldukları belirtilmektedir.

Bu bölümün en sonunda, laikliğin din açısından korkulacak bir yanı olmadığı üzerinde durulmuştur; konu Atatürk üzerinden benimsetilmeye çalışıldığından, yine aynı yönteme başvurulmuştur: "Atatürk, laikliğin dini kaldırmayı amaçlamadığını anlatmıştır. Bir sözünde 'Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkan yoktur' demiştir. Atatürk, inanan insanlar için uygun şartlar hazırlanmasını da istemiştir." Ortada bir şüphe kalmasın diye bu noktadan itibaren, Atatürk'ün "dinimizle ilgili" onbir adet "görüş ve sözü"ne daha yer verilmiştir.

"Türkiye Cumhuriyeti ve Laiklik" başlıklı bölümde ise, "cumhuriyet" ve "laiklik" kavramları, aynı başlıklar altında detaylı (!) bir şekilde işlenmiştir. Tabi yöntemde değişen bir şey yok: önce tarif, sonra Atatürk ya da önce Atatürk'ün öngörüsü, sonra anlatılan şeyin ne olduğu ve sonra da yine Atatürk'ün "görüş" ve "sözü."

"Cumhuriyet" başlığının en başında "Atatürk, dini esaslara dayalı devlet yönetimi yerine millet egemenliğine dayanan Cumhuriyeti yönetim biçimi olarak seçmiştir" şeklinde "uyarı" cümlesi yer almaktadır. İkinci olarak Atatürk'ten bağımsız bir cümle, cumhuriyetin tarifi yapılmaktadır: "Yöneticileri, halkın oyu ile belli bir süre için seçilen devlet şekline cumhuriyet denilmektedir." Bunun ardından Atatürk'ün ifadelerine geçilmektedir: "Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemi ile yönetilen devlet şekli demektir. Cumhuriyet yönetiminde, egemenlik kayıtsız şartsız milletindir." Konunun "anlatımı" (!), "Ankara/Ulus Atatürk anıtı"nı yansıtan resim eşliğinde, aynı kurgu üzere devam etmektedir.

"Laiklik" konusuna, öncekinden biraz farklı ve uzun bir tanımla başlangıç yapılmaktadır: "Laiklik, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması, din ve devlet işlerinin birbirine karıştırılmaması, devlet yönetiminde ve siyasette din kurallarına yer verilmemesi demektir." İkinci paragrafda laikliğin "hem devleti hem de dini koruyan bir düşünce sistemi" olduğu belirtilmesine rağmen, "kimden" ve "nasıl" sorularına cevap verilmemektedir. "Laiklik ilkesi gereğince, din adamları devlet işlerine dini karıştıramazlar. Devleti yönetenler de din kurallarını devletin hiçbir işine karıştıramazlar" gibi cümlelerden devletin dinden korunması gerektiği ve bunun da laiklikle sağlanabileceği anlatılmaya çalışılırken, dinin ve dindarların "resmi din" yanlısı ve din karşıtı devletler karşısındaki durumlarına değinilmemektedir. Gerçi bu duruma değinilmesini beklemek de biraz yersiz olur, çünkü laik düşence sisteminin "din işleri(ni), kişilerin vicdanına" bıraktığı iddiasında bulunuluyor. Vicdanın kapsamı alanındaki bir şeyin devlet tehdidine maruz kalabileceğini iddia etmek biraz fazla saflık olmaz mı?...

"Türkiye Cumhuriyeti Devleti, laiklik ilkesine dayanan bir devlettir" iddiasının ardından, günah çıkartırcasına "Laik bir devlet yönetiminde, kimsenin inancına karışılmaz" ifadesiyle başlayan son paragrafa yer verilmiştir. Paragrafın devamında, bu cümlenin öznesi ya da öznelerini bulmak mümkün değildir. Sanki böyle bir şeyin mümkünatı olamazmış gibi "karışılmaz" yüklemi özellikle kullanılmışa benzemektedir. Paragraf, laikliğin bu ve benzer niteliklerinin "İslam dinin özüne de uygun" olduğu yönündeki ifadelerle bitirilmektedir.

"Vatan sevgisi"nin işlendiği onuncu ünitenin ilk konusu "Vatan ve Millet Kavramı"dır. Bu başlığın hemen altına bir ayet yerleştirilmiştir: "Ey insanlar! ... Biz sizi milletler ve topluluklar haline getirdik ki, birbirinizle kolayca tanışasınız... (Hucurat Suresi, ayet 13)" Ayete ilişkin herhangi bir şey söylemeden, ilk cümlesi "Biz Tük milletiyiz" olan paragrafa geçilmiştir. Arka arkaya dört paragraf boyunca "millet olarak bizi birbirimize bağlayan, her zaman sahiplenmemiz gereken, kültürel mirasımızı oluşturan değerler"den, vatanın "kutsal bir yer" olmasından, vatanı "canımız kadar, hatta canımızdan çok" sevmemizden vs bahsedilmiştir. Beşinci paragraf "vatan ve millet tehlikeye düştüğünde savaşmak gerekebilir"e ayrılmıştır. Bu gibi durumlarda önderlik edenlerin saygı göreceğinden hareketle Atatürk'ün "böyle bir kahraman" olduğu belirtiliyor. Devamında, Atatürk'ün "Kurtuluş Savaşı", "Çanakkale Savaşı" ve "Sakarya Meydan Savaşı"ndaki başarılarına ve "birçok savaşta ölümlü karşı karşıya kalarak, vatanı için canını feda etmenin gerekli olduğunu bize göstermiş" olduğuna değinilmektedir. Son paragraf, Atatürk'ün savaş sonrası boş durmayıp, "dünyadaki gelişmelere ayak uyduramamış ve geri kalmış ülkemizi yeni baştan öne çıkararak, bugün içinde yaşadığımız çağdaş Türkiye'nin temellerini atmış" olduğu kaydedilmektedir. Paragraf, Atatürk'ün "Millet sevgisi kadar büyük sevgi yoktur" sözleri ile sona ermektedir. Konu sonundaki "okuma parçası" (Bayrak Sevgisi ve Caferi Tayyar) ile de bayrak sevgisinin dini pratiklerden ayrı düşünülemeyeceği mesajı verilmeye çalışılmıştır.

Ünitenin ikinci konusunu "Vatandaşlık ve Vatandaşlık Görevleri" oluşturmaktadır. Vatandaş "Bir vatan üzerinde toplu olarak yaşayan insanlar", "vatandaşlık görevi" ise, "vatandaşların yapamayacağı işler (baraj, yol)" için devlete yaptığı "yardım" olarak tarif edilmektedir. Vatandaşların görevleri olarak da şunlar sıralanmaktadır: "kanun ve kurallara saygılı olmak", "vergi vermek", "askerlik yapmak", "seçimlere katılmak", "temel eğitim görmek". Kapladığı hacim itibarıyla "vatandaşlık görevleri"nden "askerlik yapma"nın ayrı bir yeri ve önemi olduğu anlaşılmaktadır. "Askerlik yapmaya" ayrılan yer, diğer dört "vatandaşlık görevi"nden iki kat fazladır. Diğerleri birer ikişer cümleyle geçiştirilirken (en fazla üç cümle), "askerlik yapma" konusuna; "Askerlik görevini yapan herkes vatan savunmasına katkıda bulunmuş demektir"den askerliğin "dinimizde kutsal bir görev" kabul edilmesine, konuyla ilgili Hz. Peygamberin "hadisi"nden Atatürk'ün bir sözüne, "Her asker bir 'mehmetçik' yani Peygamberin yolunda giden bir kişi demektir"den askere gitmeyenin ayıplanmasına kadar çok çeşitli açılardan yaklaşılmıştır. "Askerlik yapma" kadar yer ayrılmasa da "temel eğitim"inde önemli bir "vatandaşlık görevi" olduğu anlaşılıyor. Çünkü, hepsi anlatıldıktan sonra "temel eğitime" geçilerek "vatandaşlara bütün bu ve benzeri görevlerin yapılabilmesi için gerekli bilgilerin" bu sayede "kazandırıldığı" kaydediliyor.

"Askerlik yapma" görevinin önemi, yalnızca bu konu başlığı altında anlatılanlardan ibaret değildir. Bundan sonraki üç konu da ("Vatan Savunmasının Kutsallığı", "Şehitlik", "Gazilik") aynı paraleldedir. "Vatan Savunmasının Kutsallığı" konusuna Kur'an'dan bir ayetle başlanmıştır: "Düşmanlarınıza karşı gücünüz yettiğince ... kuvvet hazırlayın, böylece Allah düşmanları ile kendi düşmanlarınızı ve Allah'ın bilip de sizin bilmediğiniz diğer düşmanları korkutursunuz... (Enfal suresi, ayet 60)" Diğer paragraflarda ise, vatanın "ancak kuvvetle savunulabilir ve korunabilir" olduğundan, vatan savunmasının "vatanın, sadece ordumuz ile değil, bütün vatanlarca savunulması" anlamına geldiğinden, barışı sağlamanın öneminden ve düşmanın da "ne zaman, nereden" geleceğinin tam bilinememesinden bahsedilmektedir.

"Şehitlik" konusunda, ilk sayfada, düz metinlerin yerini ayetlerin aldığını görüyoruz. Bu ayetler sırasıyla şunlardır: "Allah yolunda öldürülmüş olanlar için, ölüler demeyin. Onlar diridirler. Fakat sizin aklınız buna ermez (Bakara Suresi, ayet 154)", "Ey müminler! Siz de o inançsızlar gibi, seferde ve veya savaşta ölenleriniz için, gitmeselerdi ölmezlerdi, diyen, hakikati inkar etmekte inat eden kimseler gibi olmayan. Allah böyle düşünenlerin kalplerinde acı bir pişmanlık yaratacaktır... (Al-i İmran Suresi, ayet 156)", "Size savaş açanlarla Allah yolunda savaşın. Fakat aşırı gitmeyin. Allah aşırı gidenleri sevmez. Bakara Suresi, ayet 190)", "Ey müminler! Sabredin. Sabrınızla düşmanınıza galip gelin. Nöbet tutun. Allah'tan korkun. Böyle yaparsanız kurtuluşa erersiniz. (Al-i İmran Suresi, ayet 200)"

"Şehitlik" konusunun ikinci sayfasına, mermi taşıyan klasik kadın figürünün konulduğunu görüyoruz. Ancak, benzerlerinin aksine resmedilen "nine" değil, bir genç kız. Figürde dikkat çeken bir diğer noktaysa, kızın başındaki örtünün "Türk usulü" (!) çiziktirilmiş olmasıdır. Başın örtüsünde konjonktür dikkate alınır da köylü kızın şalvarı bunun dışında tutulabilinir mi?... Sayfayı dikey bölen figürün sol yanında, "İslam inancında hiçbir zenginlik, hiçbir ibadet, Allah yolunda, vatan savunmasında savaşmak kadar değerli değildir" vb cümleler sıralanmaktadır.

"Gazilik" konusuna da Tevbe Suresi'nin 52. ayetiyle başlanmıştır: "De ki: Bize iki iyiden, şehitlik veya gazilikten başka bir şeyin gelmesini mi bekliyorsunuz..." Daha sonra ilk gazilerden Atatürk'e, gaziliğin önemi ve onlara yönelik "vefa borcu" üzerinde durulmuştur. Konu, Ahmet Ağaoğlu'nun "Türk İnkılabı"ndan alınan "Şehitler ve Gaziler Anası" başlıklı iki sayfalık "okuma parçası" ile sona ermektedir.

"Vatan, Millet, Bayrak, Atatürk ve Diğer Türk Büyüklerine Sevgi" başlığı altında ise, vatan, millet ve bayrağın "birbirinden ayrılmaması gereken, birbirlerini yaşatan kutsal değerler" olduğu ve bu değerlerin "tarih içinde büyüdükçe büyüyen kahramanları" doğurdukları belirtiliyor. "Kahraman Türk büyükleri"nin, "bütün Türklerin kafalarında ve kalplerinde, kendilerine benzemek için çalıştıkları örnekler", Atatürk'ünse "bugün için, bütün kahramanlarımızın sembolü halinde" olduğu kaydediliyor. Atatürk'ün bu "hali"nin karşılıksız kalmadığı şu cümlelerle dile getiriliyor: "Milli bayramlarımızda onun kabrinde tören yaparız. Onun adına yazılmış şiirler okur, temsillerde oynarız. Evlerimize ve okullarımıza onun resmini asar, en güzel alanlarımızı onun heykelleri ile süsleriz."

Atatürk'ün anne-babasından izin alarak bir çocuğu öptüğü, çocuğunda "Ben de öpeyim ne olur Atatürk" deyip Atatürk'ü öptüğü ve tam o sıradaki coşkulu alkışların anlatıldığı "Atatürk'ten Bir Hatıra" başlıklı birinci "okuma parçası"ndan sonra, "Devlet Büyüklerine İtaat" adını taşıyan ikinci "okuma parçası"na geçiliyor. Parçada, bir konuda, İmam Ebu Hanife'nin kapısını çalan kadınla, imam arasındaki kısa fakat devletlular için "anlamlı" konuşma anlatılıyor. Kapısını çalan kadına imam, "Başkanımız bana, fetva vermeyi yasakladı. Emre itaat gerektir" diyor. Kadının ısrar edip, "şimdi gecedir, başkanımız sizi nereden görecek" demesi üzerine imam, "Başkan görmese de Allah görüyor ya, Allah devlet büyüklerine itaat etmemizi buyurmuştur" cevabını veriyor.

Devletluları sevindiren "okuma parçası"ndan sonra sıra, "heyecanla kutladığımız" "Milli Bayramlarımız"a geliyor. Kaç tane olduğu, bugünlerde ne yapıldığı ve kimin armağanı olduğu, çocukların anlayacağı dille bir bir anlatılıyor. Nihayetinde ünitenin, aynı zamanda kitabın, sonuna geliniyor ve son konu "Milli Kahramanlık Hikayelerinden Örnekler"le zorunlu "din ve ahlak eğitimi" (!) beşinci sınıflar için tamamlanıyor. "Milli Kahramanlık Hikayelerinden Örnekler"den ilkinin başlığı "Toz Koparan İskender"...

(*) İlköğretim Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Ders Kitabı 5, Prof. Dr. Beyza Bilgin, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1999.

DİN KÜLTÜRÜ VE AHLAK BİLGİSİ - 6

Altıncı sınıf öğrencilerine öngörülen kitap(*) bir önceki ile kıyaslanamayacak derecede, "din kültürü ve ahlak bilgisi" ile sınırlandırılmıştır. Bu durum ünite başlıklarında bile kendini açıkça belli etmektedir. Kitapta yer alan sekiz ünitenin ("Din Kavramı", "İslam'da İman ve İbadet Esasları ve Yükümlülükleri", "İslam'da Temizlik ve Doğruluk", "Namaz", "Oruç", "Zekat", "Hac", "Kişiye ve Topluma Karşı Davranışlar", "Savurganlık") bazı yerlerinde, çok az da olsa bir önceki kitabı çağrıştıran ifadelere rastlanmaktadır. Bu arada bazı hususların anlatımında yine "Atatürk"e ihtiyaç duyulması" dikkatlerden kaçmamaktadır. Örneğin "Kişiye ve Topluma Karşı Davranışlar" başlık sekizinci ünitenin "Kin ve Düşmanlık" bölümünde, Atatürk'ün "düşmanlarına karşı bile kin" duymadığı, esir alınan bir Yunan askerine "gösterdiği hoşgörü" örneğinden hareketle ispatlanmaya çalışılmaktadır. Bu bağlamda "Büyük Atatürk, kimseye kin beslemez, kimseden nefret etmezdi. İnsanların birbirlerine kin ve düşmanlık duymalarını istemezdi" ve "Atatürk'ü ölümsüz yapıp evrenselleştiren özelliklerinden birisi de ondaki bu insan sevgisidir" deniliyor.

(*) İlköğretim Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Ders Kitabı 6, Ahmet Tekin, Gizem Yayıncılık, Ankara, 1999.

DİN KÜLTÜRÜ VE AHLAK BİLGİSİ - 7

Kitap(*) dokuz üniteden ("Allah'a İman", "Meleklere İman", "Kitaplara İman", "Peygamberlere İman", "Ahiret Gününe İman", "Kaza ve Kadere İman", "Türkler ve Müslümanlık", "Temizlik", "Laiklik ve İslamlık") oluşmaktadır. Bunlardan ikisi, "Türkler ve Müslümanlık" ve "Laiklik ve İslamlık", diğerlerinden ayrılmaktadır. "Türkler ve Müslümanlık" adlı ünitede anlatılanlar, hemen hemen her tarih kitabında rastlayabileceğimiz "Türklerin Müslüman oluşu" sürecinin tekrarı niteliğindedir. Sorun, bu "tarih bilgisi"nin, "din"in ve "ahlak"ın anlatıldığı bir derste ne aradığı?

Ünite, "Türklerin Müslüman Olması", "Türklerin İslam Dininin Yayılmasında Hizmetleri", "Türklerin İslam'ın Korunmasında Hizmetleri" ve "Büyük Müslüman Türk Bilginleri" konularının yanısıra, bazı "okuma parçaları"na ayrılmıştır. "Türklerin Müslüman Olması" başlığı altında, "Müslüman ordularıyla henüz İslam dinine girmemiş Türkler arasında yüz yılı aşan savaşlar" olduğundan, Türklerin Müslüman olmalarına neden olan Talas Savaşı'ndan, İslamiyeti kabul eden ilk Türk devletinden ve Türklerin Müslüman olmadan önceki dinlerinden bahsediliyor. En sonunda da "İslam dini, her milletin yaratılışına uygun düşen bir din olmakla beraber, bilhassa Türklerin yaratılışına en uygun düşen bir din olmuştu ... Türkler İslam dinine girmekle, yaratılışlarına en uygun dini seçmiş oldular" deniyor.

"Türklerin İslam Dininin Yayılmasında Hizmetleri" başlığı altında ise, Hindistan'a yapılan seferlerle Selçuklu ve Osmanlı imparatorluklarına değinilmektedir. Son cümle olarak, Osmanlı padişahlarının Avrupa kıtasına geçmekle "Müslümanlığın ve Türklüğün şanını ve üstünlüğünü buralara" yaydıkları kaydediliyor. Buna paralel bir konu olan "Türklerin İslam'ın Korunmasında Hizmetleri"nde ise, Haçlı ve diğer savaşlardan bahsedilmektedir. Bu konunun son paragrafı ise bir hayli ilginçtir: "1. Dünya Savaşı sonunda Anadolu'yu işgal eden düşmanlara karşı büyük kahraman Atatürk'ün önderliğinde İstiklal Savaşı verilmiştir. Düşmanlar ülkemizden kovulmuş, milli birlik yeniden sağlanarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulmuştur."

Ünitenin sonunda bulunan iki "Okuma parçası"nın "Müslümanlıkla" bir ilgisi olmasa da "Türkleri" yakından ilgilendirdiği açıktır. İlkinki "okuma parçası"nın başlığı "Yorulsanız da gene beni takip edeceksiniz." "Ankara Halkevi"nde "Bursa Gecesi" düzenleyen Bursalı gençlerden etkilenen "Bay Celal Bayar bir telgrafla ... Bursalı gençlerin Atatürk'ün izinde yorulmadan yürümeye devam edecekleri yolundaki coşkulu duygularını büyük kurtarıcıya ulaştırıyor." Telgrafı alan Atatürk çok duygulanıyor ve şenliklere katılmaya karar veriyor. Atatürk'ün gelmesiyle "salon yeni bir coşkunluğa" boğuluyor ve Atatürk etrafını saran gençlerle sohbet ediyor. Atatürk'ün "Yorulmadan beni takip edeceğinizi söylüyorsunuz. Fakat arkadaşlar, yorulmadan ne demek? Yorulmamak olur mu? Elbette benim sizden istediğim şey yorulmamak değil, yorulduğunuz zaman dahi durmadan yürümek, yorulduğunuz dakikada da dinlenmeden beni takip etmektir" sözleri üzerine gençler "büsbütün coşuyor" ve "hep bir ağızdan, gür bir sesle 'Dağ başını duman almış, Gümüş dere durmaz akar, Güneş ufuktan şimdi doğar, Yürüyelim arkadaşlar" şarkısını söyleme başlıyorlar. "Okuma parçası" Atatürk'ün bu şarkı ile ilgili bir anısını nakletmesiyle son buluyor.

Ünitenin ikinci "okuma parçası"nın başlığı, "Türk'ün Öz Vasıfları Atatürk'ün Onuncu Yıl Nutku". "Ne mutlu Türk'üm diyene!" sözüyle biten "Onuncu Yıl Nutku"nun tam metin bulunduğu "okuma parçası"nın başına kısa bir giriş paragrafı konmuş. Burada "Büyük kurtarıcı Atatürk"ün, "O pek değerli konuşmasında (Nutuk kastediliyor), Türk'ün yani biz Türklerin çalışkanlık, fedakarlık, kahramanlık, kıymet bilirlik, iyilik ve doğruluk gibi en belirgin özelliklerini en gerçekçi ölçüler içerisinde, bir bütün olarak ilk defa ortaya" koyduğu belirtiliyor.

Dokuzuncu ünitenin konusu, her kitapta karşımıza çıkan laiklikle ilgili; uygun görülen başlık ise "Laiklik ve İslamlık" ve ilk olarak "Laiklik nedir?" sorusuna cevap verilmeye çalışılmış. Önce, latince kökenli bir kelime olduğu belirtilen laik sözcüğünün "sözlükte dini olmayan şey, ruhani olmayan kimse, dini olmayan fikir, sistem", "dilimizde" ise, "din işlerini devlet işlerine karıştırmayan, devlet işlerini dinden ayrı tutan demek" olduğu vurgulanıyor. "Laiklik" için ise, "devlet işlerini din işlerinden ayırma, devletin, din ve vicdan özgürlüğünün gerçekleşmesi bakımından tarafsız olması demektir" ifadelerine yer veriliyor. Bütün bunlardan sonra "Dinimize göre" laikliğe dikkat çekiliyor: "insanların vicdanlarına karışılmaması, inanmaya veya inanmamaya zorlanmaması." Bunun ardından "Bu konuyu Kur'an ayetleri şöyle açıklamaktadır:" denilerek üç ayet sıralanıyor: "Dinde zorlama yoktur; artık hak (gerçek) ile batıl (gerçek olmayan) birbirinden iyice ayrılmıştır...", "Ey Muhammet! Rabbi'n dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi inanırdı. Öyleyken insanları inanmaya sen mi zorlayacaksın", "Sizin dininiz size, benim dinim banadır."

Önceki kitaplarda duyulan endişeye burada da rastlanmakta ve ayetlerin hemen ardından "Laiklik asla dinin reddedilmesi inanç ve ibadet hürriyetinin tanınmaması anlamına gelmez. Aksine bütün dini inançlara saygı duyulması demektir" cümlesine yer verilmekte. "Saygı"nın istismarı gözönünde bulundurularak da bir sonraki cümlede "Ancak laik bir devlette, mezhep ayrılıklarının vatandaşlar arasında geçimsizlik, anlaşmazlık çıkarmak için sömürülmesine göz yumulamaz. Din, inanç ve mezhep ayrılığını sömürerek milli beraberlik ve bütünlüğü parçalamaya çalışmak laiklik ilkesine tamamen aykırıdır" şeklinde uyarı yapılıyor. Bu bağlamda Türkiye için "laik düzenin en hayırlı" sonuçlarından biri olarak "aynı büyük milletin öz evlatları arasındaki mezhep çatışmalarına kökünden son verilmiş olması" gösteriliyor. Bu yönüyle laiklik, "milli bütünlüğü sağlamanın şartlarından birisi" olarak da gösteriliyor.

Anayasanın 24. maddesinden ve Prof. Dr. Turhan Feyzioğlu'nun "Atatürk ve Milliyetçilik" adlı kitabından hareketle şu sonuca varılıyor: "Demek ki, laik devlet yönetiminde, aklın ve bilimin esas alınması lazımdır. Ayrıca laiklik ilkesi ile devlet yönetiminde milli egemenlik esas alınmıştır. Bu çerçevede millet yöneticilerini, hür iradesiyle kendisi seçmektedir." Nihayetinde bu konu, altı maddelik "Laikliğin Genel Esasları"nın ardında dört maddelik "Laikliğin Temel Amaçları" ("Din işleriyle devlet işlerini birbirinden ayırmak", "Kutsal din duygularını siyasete kesinlikle karıştırmamak", "Kişilerin temel hak ve hürriyetlerini güvence altına almak", "Dini ve kutsal sayılan şeyleri koruma altına almak") ile sona eriyor.

"Laiklik nedir?" sorusuna "cevap" verildikten sonra, "Laiklik anlayışının, ülkemizde en uygun ve en gerçekçi şekildeki açıklamasını Atatürk'e borçluyuz" ifadelerinin yer aldığı "Atatürk ve Laiklik" konusuna geçilmektedir. Ünitenin diğer konuları gibi bu başlık altındaki yazının neredeyse tamamı, "Atatürkçülük-Atatürkçü Düşünce Sistemi" adlı kitaptan alınan ifadelere ve bunlar üzerinden yapılan yorumlara dayanmaktadır. Bunlardan hareketle Atatürk'ün laiklik anlayışının dayandığı esaslar şu şekilde sıralanıyor: "Din, Allah ile kul arasında bir bağlılıktır", "Din hayal değil gerçektir, insanlar için gereklidir", "Din, inanan kişilere güç verir, kişilerin ferdi faaliyetlerini etkiler", "Laiklik dinsizlik değildir; dinle dünya işlerinin ayrılmasıdır"

Toplam yedi sayfanın ayrıldığı "Atatürk'ün İslam Dini Hakkındaki Görüşleri" ve "Atatürk'den Dinle İlgili Seçme Sözler" adlı konular, başlıklarından da anlaşıldığı gibi, Atatürk'e ayrılmıştır. Atatürk üzerinden mi "din"in, yoksa "din" üzerinden mi Atatürk'ün propagandası yapıldığı okuyanların tercihine bırakılmış gözükse de kitabın yazarının niyeti, konuların ilk cümlelerinde kendini belli etmektedir. Birinci konuya "Büyük Atatürk" diye başlayan kitabın yazarı, ikinci konuya "Büyük kurtarıcımız Atatürk" ifadesiyle başlamayı uygun görmüştür. Bu ifadelerle başlayan konuların en sonuna da bir tam sayfa, "çalışma masasında kitap okuyan" ve "üniversitede gençlerle ders dinleyen" iki Atatürk resmi konulmuştur. "Okuma parçası"nda ise, Atatürk'ün "halkın dini cehaletinden ve onun saf, temiz duygularından yararlanarak milletin maneviyatını sömürenlerden şikayetçi" olduğu belirtilerek, Balıkesir Paşa Camii'nde yaptığı okuduğu hutbeden bir bölüm aktarılmıştır. Hutbenin son cümlesi dikkat çekici: "...hutbeler tamamen Türkçe ve günün gereklerine uygun olmalıdır."

(*) İlköğretim Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Ders Kitabı 7, Prof. Dr. Cihat Tunç, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1999.

DİN KÜLTÜRÜ VE AHLAK BİLGİSİ - 8

Ortaokul son sınıf öğrencilerine öngörülen kitabın(*) içeriği, büyük oranda, öncekileri tekrar etmektedir. "Dini" ve "ahlaki" bilgiler olarak, diğer kitaplarda alt başlık şeklinde anlatılan konuların bu kitapta "ünite"ye dönüştürüldüğünü görüyoruz: "Kur'an ve Hz. Muhammed", "İslam Dininde Kolaylık", Bazı Tören ve Geleneklerimiz", "Dini Günler, Aylar ve Geceler", "Bazı Görgü Kuralları." "Dini" ve "ahlaki" bilgilerin dışındaki konuların işlendiği ünitelerin ise adları dahi değiştirilmemiştir: "Laiklik ve İslamlık", "Vatan ve Millet Sevgisi", "Türkler ve Müslümanlık."

"Laiklik ve İslamlık" adlı üçüncü ünite, "Laiklik Anlayışında Dinin Yeri" "İslam Anlayışına Göre Laiklik Nedir", "Laiklik Bakımından Müslümanlık", "Vicdan Özgürlüğü" ve "Devlete Saygı ve Yasalara Saygı (Ulülemre İtaat)" gibi birbirinden bağımsız konulara ayrılmışsa da içerikleri öncekilerin aynısıdır. Konulara o derece "derinlemesine" yaklaşılmış ki, "Laiklik Bakımından Müslümanlık" gibi ucube başlıklar üretmeye kadar gidilmiştir. Burada ne anlatıldığı da başlıktan anlaşılacağı gibi; hiçbir şey. Toplam onüç satırlık bu "konu"nun sonu şöyle bitiyor: "Sonuç olarak söylemek gerekirse laiklik bakımından, İslam dini özgürlükçü, ilme, araştırma ve incelemeye açık bir dindir."

Bütün bunlara rağmen üniteyi lüzumsuz olarak değerlendirmemek gerekir. Bazı "bilgiler" fazla tekrardan anlamını kaybetse de arada bir yeni hususlarda çıkmıyor değil: kısaca "Ulülemre itaat" olarak değerlendirilen "Devlete Saygı ve Yasalara Saygı" konusu gibi. Burada, "millet fertlerinin maddi ve manevi pek çok hakları (can güvenliği, mal güvenliği, din ve vicdan hürriyeti, özel hayatın korunması, şeref ve haysiyete saygı, konut dokunulmazlığı...) olduğu gibi karşılanması gereken ihtiyaçları (okul, mabet, yol, köprü, baraj, liman, hastane) da var" denilerek, "bütün yetki ve görevleri ile devlet dediğimiz otorite"nin ortaya çıktığına değiniliyor. Ve bu nedenle "devlete saygı gösterilmesi gerekir" deniliyor. Anıla hususların "ancak güçlü bir devletle" korunacağına dikkat çekilerek, "millet fertleri" devlete sahip çıkmaya çağrılıyor. "Uygar bir davranış şekli" olarak nitelenen kanunlara saygının ise, bir ülkede huzurun sağlanması için önemine işaret ediliyor. Bu hususun, ayrıca, "Devlete ve millete karşı sorumluluğun ifadesi, ahlaki olgunluğun işareti" olduğu vurgulanıyor. Konu, "Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan idarecilere (ulülemre) de itaat edin..." ayetinin ardından "Ayet ve hadislerin pek çoğunda yasalara ve onları uygulayanlara saygılı olunması gerektiği belirtilmiş, yasalara saygı dini ve ahlaki nitelikteki tavsiyelerle desteklenmiştir" ifadeleriyle son bulmaktadır.

(*) İlköğretim Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Ders Kitabı 8, Hüseyin Algül-Osman Çetin-Mustafa Öcal, Altın Kitapları Yayınları, İstanbul, 2000.

YAYIN BİLGİLERİKategori Adı MakalelerTarih 2004-08-27
Şube ve Temsilcilerimiz
mazlumder-genel-merkez
İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği - MAZLUMDER GENEL MERKEZ
Adres: Molla Gürani Mh. Şehit Pilot Mahmut Nedim Sk, No: 5 Kat: 4 Fatih / İSTANBUL (Aksaray Metro Durağı B Kapısı Karşısı)
E-posta: mazlumder[a]gmail.com | Telefon: +90 (0212) 526 2440 | Faks: +90 (0212) 526 2438

Ziyaretçi Sayımız : 4762816