CUMHURİYET BOYUNCA İNSAN HAKLARI

CUMHURİYET BOYUNCA İNSAN HAKLARI

Yılmaz ENSAROĞLU

Türkiye Cumhuriyeti'nin 75. yılının görkemli bir biçimde kutlanması için olağanüstü çaba gösterilmesine, büyük meblağlarda para harcanmasına rağmen, halkın coşkulu katılımının yeterli ölçüde sağlanamamasından yakınan yetkililerin, bunun nedenleri üzerinde ne derece ciddi düşündüklerini bilemiyoruz. Ancak, Cumhuriyet'e olan sevgi ve bağlılıklarını her vesile ile ifade etme ihtiyacı duyanların, sürekli olarak 10. Yıl Marşı'nı heyecanla okuyarak bu ihtiyaçlarını giderdiklerini görüyoruz.

Cumhuriyet, demokrasi, insan hakları gibi kavramlar, kuşkusuz insanın daha insanca bir yaşam sürmesini sağlamak amacıyla tartışılmış, geliştirilmiş ve geliştirilmektedir. Bunun devam edecek olan bir süreç olduğu da açıktır. Cumhuriyeti, halkın cumhuru da dahil kimselere kaptırmak istemeyen ülkemizdeki cumhuriyetçiler ise, elbette böyle işlerle uğraşmıyorlar. Çünkü ülkemizde cumhuriyet, halkın egemenlik hakkını tanıyan ve halka hizmet için var olan bir yönetim biçimi olarak algılanmıyor. Zaten Cumhuriyet'in kendisi de, ülkemize gelirken böyle bir anlayışla gelmemiş; aksine halkı adam etmek, terbiye etmek için gelmiş...

Bugün gerek Cumhuriyet ve gerekse demokrasi kavramları etrafında yapılan amaç-araç ya da yönetim biçimi-yaşam felsefesi tartışmalarının kökeninde biraz da bu geçmişimiz yatıyor. Ne yazık ki Cumhuriyet'le birlikte, halkın yönetime katılma hakkını tam kullanmasından çok, bir "Efendi" değişikliğinin gerçekleştirildiğini, "Rabb=Terbiye Edici" değişikliğinin de sağlanmaya çalışıldığını görüyoruz. Cumhuriyet'in özgürce tartışılmasının istenmeyişi, önemli ölçüde ona atfedilen bu kutsallıktan kaynaklanmaktadır.

Oysa insan hakları açısından, Thomas Paine'in de ifade ettiği gibi birey, devletlerden, yönetimlerden öncedir ve bireyler, bizzat kendileri, tek tek kendi kişilik ve hükümranlık haklarına dayanarak, bir yönetim oluşturmak amacıyla, birbirleriyle bir anlaşmaya girerek yönetimleri ya da hükümetleri, devletleri oluşturmuşlardır. Anlaşmanın gerçekleştiricisi birey olduğundan yönetimler, bireyin haklarını ihlal edici düzenlemelere giremezler. Çünkü anlaşma ile birey, haklarından vaz geçmiş değildir; aksine söz konusu haklarının korunmasını istemektedir. Yönetim ya da devlet, toplumun ortak işlerinin yürütülmesinde araçsal bir değere sahiptir; o, masrafını ödeyen tüm toplumun malıdır ve yönetimin kendi başına sahip olduğu haklar yoktur, hepsi görevdir.

Öte yandan insan hakları, belli bir zamanda, belli bir ülkede yaşayan insanlar için, anayasa ve yasalarla tanınan hak ve özgürlükleri değil, zaman ve mekandan soyut bir biçimde, ayrımsız tüm insanlar için tanınması gereken hak ve özgürlükleri ifade etmektedir. Dolayısıyla insan hakları evrensel bir değerdir. Bir devletin meşruiyyetinin ise, yönetimindeki insanların hak ve özgürlüklerini güvence altına alması oranında olacağı açıktır.

Bu anlamda Cumhuriyet'in geçirdiği 75 yıla baktığımız zaman, kabaca şu tabloyu görmekteyiz: İlk dönemlerinde rejim, kendi içinde kişisel ya da siyasal çelişkiler yaratan, etkili ve güçlü kişileri tasfiye harekatı başlatmıştır. 1923-1926 yılları arasındaki dönemde de Tek Şef'e rakip olabilecek yüksek rütbeli bazı subaylar ordudan tasfiye edilmiştir. 19 Aralık 1926'da çıkarılan bir yasa ile, siyasetle uğraşmak isteyen subayların, ordudaki görevlerinden istifa etmeleri istenmiş ve böylece ordu, resmi ideoloji yanlılarının denetimine girmiştir. Ancak bu yasa, sık sık dile getirildiği gibi, ordunun siyasetin dışına çıkarılması amacıyla değil, aksine ordunun siyasetin merkezine tek etkili güç olarak oturmasını sağlamak için çıkarılmıştır. Söz konusu yasa ile, ordu içerisindeki etkili muhalif subaylar, etkisiz hale getirilmiştir.

1925'te başlayan ve 1937'deki Dersim Ayaklanması'nın bastırılmasına kadar süren dönemde ise rejim, Kürtlere ve İslamcılara yönelmiştir. Kürtler, ayrılıkçı/bölücü düşman ilan edilmiş ve tenkil, tehcir, dil yasağı ve benzeri asimilasyon politikaları ile kontrol altına alınmaya çalışılmış; İslamcılar ise irticai düşman ilan edilerek, çeşitli yollarla tasfiye edilmeye çalışılmıştır.

Günümüzde Milli Askeri Stratejik Konsept'lerle sıralaması zaman zaman değiştirilen bu "düşman"lar üzerinde bugün de sürdürülen politikaların, böyle bir tarihi geçmişi vardır.

İktidarı kimseyle paylaşmak istemeyen Halk Fırkası'nın resmi ideolojiyi oluşturma süreci, 1927 Kurultayı ile başlamış, 10 Mayıs 1937 Kurultayı'ndaki "Altı Ok" formülasyonu ile sürdürülmüş ve 1935'te toplanan 4. Kurultay ile Kemalizm, resmi bir ideoloji olarak kemikleştirilmiştir. "Altı Ok" formülasyonunda demokrasi ilkesine yer verilmemiş ve rejim, hiçbir zaman Batılı anlamda laik olmamıştır. Bugün de egemen çevreler, Batılı bir kavram olan laikliği, Batılılar gibi tanımlamaktan kaçınmakta ve ısrarlı yerel bir tanım yapmakta ve bu tanımın arkasına saklanarak, dini denetim altında tutmaya çalışmaktadır. Devletin yapılanmasında ve devlet politikalarının tespitinde, sivil siyasal otoritenin arkasında duran askeri bürokrasi, asıl belirleyici olmuştur.

Bugünküne nazaran daha özgür tartışmalara sahne olan ve muhalefetin söz sahibi olduğu Birinci Meclis, iktidar kadrolarında rahatsızlıklara neden olmuş ve daha sonra bazı milletvekilleri faili meçhul (!) cinayetlerle ortadan kaldırılmıştır. Mustafa Kemal'in talimatıyla kurulanlar da dahil, pek çok siyasal parti kapatılmış ve nihayet 1946'da Demokrat Parti'nin kurulmasıyla, çok partili hayata geçilmiştir. Ancak resmi ideolojinin dışına bıraz çıkmaya niyetlenen tüm siyasal partiler, kapatılmaktan kurtulamamışlardır. Bilindiği gibi bu politikalar, günümüzde de sürdürülmektedir.

29 Nisan 1923'te kabul edilen "Hıyaneti Vataniye Kanunu" ile "Büyük Millet Meclisi'nin meşruiyetine yönelik yazılı, kavli veya fiili muhalefet ya da kışkırtmada bulunanlar, vatan haini" olarak nitelenmişlerdir. Bu suçların cezası idamdı ve bu yasanın uygulanabilmesi için ünlü İstiklal Mahkemeleri kurulmuştur. Yani rejim, muhaliflerini, olağanüstü yasalar ve bu yasaları uygulayacak olağanüstü mahkemeler eliyle yok etmiştir, sindirmeye çalışmıştır. Aynı şekilde basının susturulması ve güdümlü hale getirilmesi amacıyla İstanbul'a da bir İstiklal Mahkemesi gönderilmiş ve birçok gazeteci tutuklanmıştır.

1925'te yürürlüğe giren "Takrir-i Sükun Kanunu" ile de, devletin emniyet ve asayişini ihlal eden herkesin İstiklal Mahkemeleri'ne sevkedilmesi sağlanmış ve bu mahkemelerde pekçok insan, adil yargılanma ve savunma hakları ihlal edilerek idama mahkum edilmiştir. Birçok tarihçi, İstiklal Mahkemeleri'nde toplam 7500 kişinin yargılandığını belirtmektedir. Cumhuriyet tarihinde yüzlerce insan idam edilmiştir. 1923-1984 yılları arasında saptanabilen toplam 1091 kişinin idam cezası infaz edilmiştir.

3 Mart 1924 tarihinde kabul edilen ve 5 maddeden oluşan Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile ülkedeki bütün eğitim ve kültür kurumları, Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlanmış ve böylece sivil kuruluş ve inisyatiflerin önü kesilmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti, Lozan Anlaşması ile sadece dinsel azınlıkların varlığını kabul etmekte ve dilsel ve etnik azınlıkların varlığını reddetmektedir. Bu nedenle Türkiye'de yaşayan etnik azınlıklar, kendi dillerini özgürce konuşabilme, kimliklerini özgürce dile getirme haklarından yoksundurlar. Bu hak talepleri ise, her zaman zor ve baskı politikaları ile boğulmaya çalışılmaktadır. 1983 yılında 12 Eylül yönetimi tarafından çıkarılan "Türkçe'den Başka Dillerde Yapılacak Yayınlar Hakkındaki Kanun" ile Türkiye tarafından tanınmış devletlerin birinci resmi dilleri dışında düşünce açıklamak ve yayın yapmak yasaklanmıştır. Yine 1983'te çıkarılan bir yasa ile Türkiye'de yaşayan azınlıkların, kendi dillerinde eğitim yapabilme haklarının önü kesilmiştir.

Azınlık haklarını engelleyen yığınla madde, Türk hukuk mevzuatının içine ustalıkla yedirilmiştir. Bunlar arasında Anayasa'nın 14, 26 ve 28. maddesi başta olmak üzere, Türkiye Radyo ve Televizyon Kanunu, Sinema ve Video ve Müzik Eserleri Kanunu, Dernekler Kanunu, Siyasal Partiler Kanunu ve Nüfus Kanunu'nu özellikle belirtmek gerekir.

Türkiye, ülkenin siyasal olarak sivil değil, askeri otorite tarafından yönetildiği tartışmalarını sürekli yaşamıştır. Yetmişbeş yıllık Cumhuriyet Tarihinin yarısından fazlası, olağanüstü rejimler altında yaşanmıştır. Ülkeyi, gerçekte, 1961 Anayasası ile oluşturulan Milli Güvenlik Kurulu'nun yönettiği devamlı dile getirilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde görev yapmış dokuz cumhurbaşkanından altısının asker kökenli oluşu ve sivil kökenli üç cumhurbaşkanının da, askerle zaman zaman çelişseler de, daima askerle uyumlu politikalar izledikleri görülmüştür. Demokratik hiçbir ülkede, parlamenter yapıyı yönlendiren, askeri otoritenin belirleyici olduğu MGK gibi bir yapılanmanın olmadığı açıktır. Ancak ülkemizde hükümetler, alacakları tüm kararlarda, MGK'ya danışmak ve onun tavsiyelerini dikkate almak zorundadırlar.

Askerlerin yönetime doğrudan el koydukları dönemlerde ise, insan hakları ihlalleri korkunç boyutlara varmıştır. Örneğin sadece 12 Eylül döneminde 650 bin kişi gözaltına alınmış, bunların tamamı işkenceden geçirilmiş ve 500 civarında kişi, gözaltında ölmüştür. Binlerce insan, işkence sonucu ve cezaevlerinde sakat bırakılmıştır. Askeri mahkemelerde 210 bin dava açılmış, bu davalarda 71 bin kişi TCK 141 ve 142.maddelerden; 14 bin kişi TCK 163.maddeden yargılanmışlardır. Açılan davalarda 6353 sanığın idamı istenmiş ve dört yıl içerisinde 50 kişi idam edilmiştir. 1 milyon 683 bin kişi değişik nedenlerle fişlenmiş ve 348 bin kişiye pasaport tahdidi konulmuştur. Onaltıbine yakın insan, 1402 sayılı yasa uyarınca işten atılmış, 18 bin memur, 2 bin yargıç ve savcı, 4 bin polis, 2 bin subay ve astsubay, 5 bin öğretmen istifaya zorlanmıştır. Birçok parti, sendika, kooperatif vakıf ve dernek hakkında soruşturma açılmıştır. Siyasi partiler kapatılmış 24 bine yakın dernek, faaliyetten alıkonulmuştur. Basın sansüre tabi tutulmuş ve 4500 kişi sürgün edilmiştir. Haksız yargılama ve tutuklamadan kurtulmak için 30 bin kişi Türkiye'yi terketmiştir. Cezaevi koşullarını ve uygulamalarını protesto etmek için yapılan açlık grevlerinde 14 kişi yaşamını yitirmiştir. Onbinlerce kitap yakılmış, SEKA'da 40 bin ton kitap, dergi ve gazete imha edilmiştir. Kağıt zamları nedeniyle gazete fiyatları bu dönemde 119 kat artırılmıştır. Aynı dönemde ekmek fiyatları 103, toz şeker 80, beyaz peynir 61 ve et fiyatları 35 kat artış göstermiştir.

Düşünce özgürlüğünü sınırlayan 152 yasa sayesinde 1950-1990 arası dönemde toplam 4945 yayın yasaklanmıştır. 1980-1989 yılları arasında ikibinin üzerinde basın davası açılmış ve bu davalarda üçbin civarında yayıncı, gazeteci, yazar ve sanatçı, sanık olarak yargılanmışlardır.

İşkencenin, yaygın ve sistematik bir yöntem olarak uygulanmasından vazgeçilmemiştir. Ancak yetkililer, ülkemizdeki işkence olgusunun, düzenleme eksikliğinden çok, uygulamadan kaynaklandığını dile getirerek zaman zaman işkencenin varlığını kabul etmekte ancak bunun sistematik olmadığını ve işkence yapanların yargı önüne çıkarıldığını ifade etmektedirler. Ancak gerek ülkemizdeki insan hakları savunucuları, gerekse uluslararası insan hakları örgütleri ve resmi İşkenceyi Önleme Komiteleri, işkence uygulamasının sistematik olduğuna ilişkin pekçok rapor yayınlamış bulunmaktadırlar.

İlk döneminden bu yana ülkemizde yönetimin, insan haklarına dayalı, insan haklarını güvence altına alan bir yapılanmayı ve uygulamayı gerçekleştirmediği bilinmektedir. Bugün de Türkiye, insan hakları sorunu bakımından tüm uluslararası kamuoyunda tartışılan ülkelerin ilk sıralarında yer almaktadır. Oysa tüm ülkelerde insan hakları ihlalleri yaşanmaktadır ve hiçbir ülke insan hakları sicili bakımından, bir başka ülkeye hesap soracak kadar temiz değildir. Öyleyse neden ülkemiz, insan hakları sorunu bakımından bu kadar çok tartışılmakta ve mahkum edilmek istenmektedir? Çünkü Türkiye'nin insan hakları sorunu, hemen hemen her alanda yaşanan ihlallerden ibaret değildir ve daha derinlerdedir.

Türkiye'de devlet, yukarıda ifade ettiğimiz gibi, halka hizmet etmek için değil, halkı adam etmek için kurulmuştur. Bir bilimadamımızın ifadeleriyle halkı adam etmek için önce müslümanlık, Kürt kimliği, liberallik ve Marksistlik yasaklandı ve bu kimliklere sahip vatandaşlar düşman sayıldı. Cumhuriyet tarihi boyunca iktidarı elinde ya da kontrolünde tutan askeri bürokrasi, halkın tarihini, kültürünü, düşüncesini dikkate almak yerine tam tersini yaptı ve yukarıda bazı örneklerini çok özet bir biçimde verdiğimiz birtakım politikalarla, devletin resmi tarihi, resmi kültürü ve resmi ideolojisi oluşturuldu. Rejim halka dayanarak değil, yukarıdan aşağıya kuruldu. Bu yüzden rejim, kendi insanına hiçbir değer vermemekte ve onun her türlü temel hakkını çok rahat bir biçimde ihlal edebilmektedir.

Ülke insanı tarihine yabancılaştırılmış ve resmi tarihin parmaklıkları ardına hapsedilmiştir. Kendi tarihini öğrenme hakkından yoksun bırakılmıştır. Günümüzde her alanda insan haklarını ihlal eden, yok eden uygulamalar, bu 75 yıllık tarihin sonuçlarıdır, uzantısıdır. Bu yüzdendir ki hala birtakım arşivler, araştırmacılara kapalı tutulmaktadır. Oysa tarihini doğru öğrenmekten mahrum bırakılan toplumlar, insanca yaşanabilir yarınları kuramazlar. Türkiye'de yaşayan 60 milyon insanın, ne kadar "insan" kabul edildiğinin artık sorgulanması gerekmektedir.

Türkiye'de insan haklarına yönelik tüm kısıtlama ve baskıların kaynağı, nedeni, resmi ideolojidir; militarist ve kutsal devlet anlayışıdır. Asıl egemen güç olan asker-sivil bürokrasinin hukuk anlayışı, Türkiye'nin insan hakları sorunun en önemli kaynağıdır. Bu hukuk anlayışında insan devlet için vardır. Aslolan devlettir, devletin çıkarlarıdır.

Modern ulus devletlerin egemen olduğu günümüzde artık anayasalar, insan hak ve özgürlüklerinin güvence altına alındığı toplumsal sözleşmeler olarak algılanmakta ve bu doğrultuda işlev görmektedirler. Bu bağlamda Türkiye'nin anayasal geçmişine bakıldığında, insan haklarından yana sürekli bir gerilemenin yaşandığı gözlenmektedir. Tüm anayasalar askeri kadroların yönetime el koydukları olağanüstü dönemlerde hazırlattırılmıştır.

Temel haklara bir bölüm ayıran 1924 Anayasası, sivil ve siyasal hakları formel olarak güvence altına almış, ancak uygulamanın aykırı yönde gelişmesi ihtimaline karşı teknik güvencelerden yoksundu. Nitekim anayasanın ruhunun insan haklarından yana olmasına karşın, 1940'lı yılların sonlarına kadar süren uygulamalar, tam tersinedir. Bu ilk anayasa döneminde yaşanan olumlu gelişmeler ise, Türkiye'nin, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'ni imzalaması, Avrupa Konseyi Statüsü'nü ve daha sonra da Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ni onaylamasıdır. Bu dönemde gerek CHP, gerekse DP iktidarlarında pekçok insan hakları ihlalleri yaşanmışsa da, bu dönemin sonunda yaşanan askeri müdahale, sonuçları bakımından, daha büyük önem taşımaktadır. Çünkü darbeciler, sadece seçimle işbaşına gelmiş bir yönetimi devirme ve halkın temsilcilerini yargılama, bazılarını idam etme gibi vahim suçlar işlemekle yetinmemişler; hazırladıkları 1961 Anayasası ile darbeleri meşrulaştırmışlardır, askeri müdahale geleneğini başlatmışlardır.

1961 Anayasasının öngördüğü insan hakları anlayışı, dünyadaki genel yaklaşıma uygun görülmektedir. Bu anayasa, "insan haklarına dayalı" bir devlet tanımı getirmiştir. Ne var ki, 1961 Anayasası, sivil ve siyasal haklar konusundaki özgürlükçü yaklaşımını, din özgürlüğü konusunda göstermemiştir. Aksine din özgürlüğü ya da dindarların özgürlükleri söz konusu olduğunda, son derece yasakçı, baskıcı bir tutum sergilemiştir. Ancak 1961 Anayasasında da Kemalist ideolojiyi benimsemiş ideolojik devlet, toplum karşısında önceliklidir ve homojen bir toplum oluşturma amacını sürdürmektedir. Ekonomik özgürlükler karşısında sosyal devletçi bir yaklaşım içerisindedir.

Özellikle sivil haklar açısından, 1961 Anayasasının uygulanmasının genellikle olumlu olduğu söylenebilir. Bu dönemde örgütlenme özgürlüğü konusunda, neredeyse tüm ideolojik grupların fazla kısıtlanmadıkları görülmektedir. Kuşkusuz TCK 141, 142, 163 ve 312.maddelerinin yürürlükte olduğunu ve özellikle 163.madde konusunda daha sıkı davranıldığını belirtmek gerekmektedir.

12 Mart yönetimi, iki yıl içerisinde 1961 Anayasasını hayli budamış ve temel hakların kısıtlanabilmesi için birtakım yeni hükümler getirmiştir. Bu dönemde de pekçok insan hakları ihlali yaşanmış, DGM'ler kurulmuş ve siyasal partiler kapatılmıştır.

12 Eylül darbecileri tarafından hazırlatılan ve halka dayatılan 1982 Anayasası da oluşturulma biçimi ve içeriği açısından otoriterdir ve özgürlükçü seçeneği dışlayıcı niteliktedir. Devleti öne çıkarmakta, bireyin hak ve özgürlüklerin geriye itmektedir. 1982 Anayasasında demokrasi, laiklik, hukuk devleti gibi Batı kökenli olup sürekli evrim geçiren kavramlar, yaygın kabul görmüş anlamlarından soyutlanarak millileştirilmiştir. 1961 Anayasasında öngörülen insan haklarına dayalı devletin yerini 1982'de, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı için var olan ve bu çerçeve içinde 'insan haklarına saygılı' bir devlet anlayışı almıştır.

1982 Anayasasına göre demokrasi ve insan hakları, bu anayasada gösterilenlerden ibarettir: "hiçbir kişi ve kuruluş, bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı" gibi, kişi ancak "bu Anayasadaki temel hak ve hürriyetlerden yararlanarak (...) maddi ve manevi varlığını, bu yönde geliştirme hak ve yetkisine doğuştan sahiptir."

12 Eylül 1980 askeri müdahalesinden itibaren 7 Aralık 1983 tarihine kadar yasama yetkisini kullanan Milli Güvenlik Konseyi, toplumsal, siyasal ve kamusal hayatın bütün kesimlerini yeniden yapılandıran yasaları bizzat yapmış bulunmaktadır. Bu yasalar, yasa değişiklikleri ve kanun hükmündeki kararnamelerin sayısı, rutin ve geçici yasalar hariç 626'dır. Bunların önemli bir bölümü, doğrudan ya da dolaylı olarak insan haklarıyla ilgili konulara ilişkindir. 1983 yılında oluşarak faaliyete geçen TBMM ise, o tarihten bugüne kadar, seçim yasalarında pekçok değişiklik yaptığı halde, insan hakları mevzuatında iyileştirme yönünde pek az düzeltmede bulunmuştur.

Tüm bu nedenlerden dolayı ülkemizde yasa, insan hak ve özgürlüklerinin ve hukukun üstünlüğü ilkesinin güvencesi olmaktan çok, bunları kısan ve tehdit eden bir unsur olarak görünmektedir. Bir Anayasa hukukçumuzun ifadesiyle "Türkiye'deki insan hakları ihlallerinin büyük bir bölümü yasaldır. Yasalar genelde insan haklarının koruyucusu değil, ihlallerin ana kaynağıdır."

Uygulamalar ise, yasalara daha da olumsuz işlev kazandırmaktadır. Örneğin dernek kurma hakkı, yasada bile izne bağlı değilken, birtakım derneklerin kuruluş aşamasında valilikler, fiili bir izin sistemine yolaçmış bulunmaktadırlar. Basın, sansüre bağlı değilken, dağıtımın durdurulması/engellenmesi, ya da sürekli toplatma şeklindeki uygulamalar, fiili bir sansür rejimi oluşturmaktadır. Genel olarak dünyada birleşme özgürlükleri, yasayla tanınmadan da kullanılabiliyorken, Türkiye'de bunlardan yararlanabilmek için Yasa'nın bunları bağışlamasını beklemek gerekmiştir.

Türkiye'de yönetim, eskiden beri hep kapalı bir kutu gibi davranmıştır. 1980'lerde yoğunlaşan milli güvenlik devleti anlayışı ve bunun paralelindeki uygulamalar (güvenlik soruşturmaları, fişlemeler, kişilerle ilgili bilgilerin idari mahkemeden bile saklanması vb), idarenin kapalılığını ve tek yanlılığını daha da artırmıştır. Zamanla terkedilen bu uygulamalar, son dönemlerde yeniden uygulanmaya başlanmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kendisini demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olarak tanımlamaktadır. Ancak demokratik nitelemesine karşın, halkın yönetime katılma hakkını yeterince kullanamadığı görülmektedir. Hükümet olma hakkını ele geçiren partilerin, Siyasal Partiler Yasası ve Seçim Yasaları üzerinde oynadıkları oyunlarla, halk iradesi barajlarda boğulmakta ve TBMM'ne yansımamaktadır. Halkın özgür iradesini tam temsil edemeyen ve dolayısıyla bir temsil krizi yaşayan parlamento, hükümet üzerinde gerekli siyasal denetimi sağlamaktan aciz kalmaktadır. Halka değil, siyasal parti liderlerine dayanan milletvekilleri, özgür iradeleriyle hareket edememektedirler. Çünkü demokratik mekanizmalar, siyasal partilerin iç bünyelerinde de işlememektedir. Böyle bir yapısal sorun içerisindeki partilerin lider kadroları, hükümet koltuklarına oturdukları zaman da, kendi politikalarını değil, yönetmeleri gereken bürokrasinin belirlediği politikaları uygulamak zorunda kalmaktadırlar. Bu yüzden ülkemizde hükümet politikalarından sözedilememektedir.

Devletin laiklik niteliğinin insan hakları alanına yansımasına bakıldığında da Türkiye'ye özgü bir ulusal laiklik anlayışı ve uygulaması görülmektedir. Ülkemizdeki laiklik otoriterdir ve farklı dini gruplar karşısında eşit mesafede durmak yerine, bir din tanımlamakta ve tanımladığı resmi dini tüm topluma dayatmaktadır. Din eğitimini denetimine alan devlet, dinin kendisine müdahalesine izin vermezken, kendisi ulusal laiklik adına dine sürekli müdahale etmektedir. Laik olduğunu söyleyen devlet, insanların nasıl inanacaklarına, nasıl ibadet edeceklerine, dinsel açıdan nasıl giyineceklerine, dini kimlerden, nasıl ve kadar öğrenip öğretebileceklerine karar verme hakkını kendinde görmektedir.

Bu uygulamalar, tek tip birey ve türdeş toplum oluşturma ideolojisinden kaynaklanmaktadır. Türkiye'de sistem insanlara, resmi bir ırk, resmi bir din dayatmaktadır. Güneydoğu'da onbinlerce cana, milyonlarca göçe, çöken bir ekonomiye, üçbini aşkın boşaltılan ve bir kısmı yakılıp yıkılan yerleşim birimine rağmen, hala sorunun ne olduğuna doğru karar verilememekte ve farklı çözüm yollarının ve önerilerinin dile getirilmesi ve tartışılması yasaklanmaktadır.

Tüm bu faktörler, insan haklarını Türkiye için genel ve çok önemli bir sorun haline getirmiş bulunmaktadır. Bu sorunun çözümlenmesinin yolu da, ülkemizin yeniden bir devlet; yeniden bir insan tanımı yapmasından geçmektedir. Çünkü mevcut sistem, insan hakları sorunu üretmektedir ve insan haklarını korumaya elverişli değildir.

Egemen sistem, halkın hizmetine girmek ve halkla, halkın değerleriyle barışmak durumundadır. Tüm komşularını düşman olarak algılayan mevcut anlayış, içeride de düşmansız edememektedir. Bu iç düşman, Cumhuriyet tarihi boyunca bazen müslümanlar olmuş, bazen Kürtler olmuş, bazen de komünistler olmuştur.

İnsan haklarının korunmasında en önemli görev, yargı mekanizmalarına düşmektedir. Ülkemizin hali, bu konuda da iç açıcı gözükmemektedir. Yargının pek çok sorunu bulunmaktadır. Yargı yolu çeşitliliği, yargı ve yargıç bağımsızlığı ve güvencesi, askeri yargı alanının siviller aleyhine genişlemesi, yargının iş yükü, ekonomik problemleri, alt yapı ve kadro eksikliklerinin giderilememesi, yargı sürecinin uzaması, bunlardan bazılarıdır.

Yargının karşı karşıya olduğu sorunlardan birisi de 1982 Anayasası ile getirilen yargı kısıtlarıdır. Her ne kadar Anayasanın 125. maddesinde "İdarenin her türlü eylem ve işlemine karşı yargı yolu açıktır" şeklinde bir hüküm varsa da, Anayasa'nın kendisi, bu genel kurallara istisnalar getirmiştir. Buna göre Cumhurbaşkanının tek başına yaptığı işlemler (md.105), Yüksek Askeri Şura kararları (md.125), Sayıştay kararları (md.160) ve Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu kararlarına karşı yargı yolu kapatılmıştır. Bir hukuk devletinde, hele hele Anayasasında idarenin her türlü işlem ve eylemine karşı yargı yolunu açık tutmak isteyen bir devlette, bu tür düzenlemelere yer verilmemiş olması gerekir.

Mahkemelerin bağımsızlığı, hakimlik teminatı, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK), bu kurulun yapısı ve görevleri, savunma hakkı ve avukatların sorunları gibi pekçok sorun yanında, DGM'lerin varlığı, bunların uzmanlık mahkemesi olmayışları, DGM'lerdeki asker üyelerin varlığı gibi, hukuk devleti içinde kabul edilemeyecek problemlerle hukuk devleti büyük yaralar almaktadır.

Son dönemlerde, askeri bürokrasinin, brifingleriyle; medyanın da talimatlı yayınlarıyla yargının bağımsızlığını zedeledikleri ve yargının siyasallaştığı iddiaları çokça dile getirilmektedir. Antidemokratik uygulamaların, hak ihlallerinin artık yargı eliyle gerçekleştirildiğinden yana duyulan korkuyu pek çok kimse ifade etmektedir. Son günlerde kritik davalarda verilen kararların toplumda tartışılır olması ya da hakimlerin davalardan çekilme kararları vermesi, yargının bağımsızlığını gölgeleyen yeni faktörlerin varlığı yolundaki iddiaları doğrulamaktadır.

Bazı bürokratik egemenlerin ve kimi politikacıların dillerinden hiç düşürmedikleri devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü deyiminde ifadesini bulan zihniyetin artık sorgulanması gerekmektedir. Bu deyimin altında yatan mantığa göre, Türkiye denen ülke, Türkiye'de yaşayan insanların ülkesi değil, bu coğrafyada kurulu devletin ülkesidir; Türkiye'de yaşayan insanlar, yani millet de, bu devletin organlarından bir organdır. Bunlar sorgulanmadan kutsal devlet saplantısından kurtulmamız zor gözükmektedir. Oysa dinimiz, ırkımız veya ideolojimiz adına devleti kutsamaktan vazgeçmek ve devleti insana hizmet eden bir araca dönüştürerek, insan haklarına saygılı değil, insan haklarına dayalı bir yapılanmayı gerçekleştirmek gerekmektedir.

Türkiye'nin ihtiyacı olan insan hakları devrimi, öncelikle Türkiye'de yaşayan insanların, hak ve özgürlüklerinin neler olduğunu öğrenerek, onlara sahip çıkmaları ve onları korumak için örgütlü bir mücadeleyi geliştirmeleri yoluyla gerçekleştirilebilir. Ancak bu konuda da ciddi birtakım engeller bulunmaktadır.

Bu engellerin en önemli bölümünü, insan hakları sorunumuzun sadece devlet yapılanmasından ve resmi insan ve devlet anlayışından kaynaklanmıyor olması oluşturmaktadır. Devlet mekanizmalarında yerleşikliğinden yakındığımız zihinsel sorunlar, ne yazık ki toplumda da yaygınlık kazanmış bulunmaktadır.

Toplumumuzda insan hakları bilinci ve hak arama bilinci oldukça düşük bir düzeydedir. İnsanımızın hak ve özgürlük mücadelesi verecek, haksızlıklar karşısında susmayacak bir iradeyi ortaya koyabilmesi için, öncelikle bu sorunun çözümlenmesi gerekmektedir. İnsanımız, hak ve özgürlüklerinin kısıtlandığı, devletinin lutfettiği haklarla idare etme gibi yanlış bir tevekkül anlayışı ile geçirdiği uzun bir geçmişe sahip bulunmaktadır. Bu uzun geçmiş, insanımızı insan haklarını bir lüks olarak görme noktasına kadar getirmiştir.

Oysa çağdaş toplumlar, artık birbirinden kopuk bireylerden çok, örgütlü insan topluluklarından oluşmaktadır. Bu örgütlü toplumsallaşma, kolektif özgürlükleri on plana çıkarmaktadır. Bir grup içinde yer almayan birey, kamusal yaşam üzerinde pek etkili olamamaktadır. Bu nedenle birleşme özgürlükleri (dernek,sendika, toplantı vb) hem çıkarları korumanın, hem de kamusal yaşama katılmanın en etkili araçlarıdır. Ne var ki otoriter devletler, örgütlenme özgürlüğünü de güçleri yettiğince kısıtlamaktadırlar. Dernekler Kanunu, Vakıflar Kanunu, Sendikalar Kanunu, Siyasal Partiler Kanunu ve benzeri örgütlenme özgürlüğüne ilişkin tüm yasal düzenlemelerde oldukça geniş sınırlamalar getirilmekte ve insanımızın farklı olma hakkını kullanması; dinsel, dilsel ve etnik farklılıkları vurgulayan kimliklerin konuşulması yasaklanmaktadır. Devleti yönetmeye talip siyasal partilerin, programlarında bu anlamda en küçük bir ifadeye yer vermeleri, hemen kapatılmaları için gerekçe olarak kabul edilmektedir. Nitekim bu yüzden pekçok parti kapatılmış bulunmaktadır. Birçok ülkede, üniter devlet yapısı da bozulmadan geliştirilen bir Anayasal Vatandaşlık kavramıyla çokkültürlülük politikaları uygulamaya konulmakta ve azınlıkların hakları güvence altına alınmakta iken, Türkiye'de hala bunlardan sözetmek, bölücülük olarak nitelenmektedir ve cezalandırılmaktadır. Hiçbir alanda resmi ideolojinin ve devlet politikalarının dışında bir görüş açıklama mümkün olmamaktadır.

Sonuç olarak; insanımız insan hakları bilinci kazanmadıkça ve insan haklarını ayrımsız bir biçimde herkes için içtenlikle savunmadıkça, insan hakları sorunumuzun çözümlenebileceğinden söz etmek mümkün gözükmemektedir.

YAYIN BİLGİLERİKategori Adı MakalelerTarih 2004-08-28
Şube ve Temsilcilerimiz
mazlumder-genel-merkez
İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği - MAZLUMDER GENEL MERKEZ
Adres: Molla Gürani Mh. Şehit Pilot Mahmut Nedim Sk, No: 5 Kat: 4 Fatih / İSTANBUL (Aksaray Metro Durağı B Kapısı Karşısı)
E-posta: mazlumder[a]gmail.com | Telefon: +90 (0212) 526 2440 | Faks: +90 (0212) 526 2438

Ziyaretçi Sayımız : 4644461