MAZLUMDER Genel Başkanı Yılmaz Ensaroğlu'nun, 27 Ekim 2000 günlü MGK kararlarıyla ilgili düzenlediği basın toplantısının metni:
Toplantılarında zaman zaman bir ildeki şarap üretimini dahi masaya yatıran MGK'nın, son yıllardaki değişmez gündem maddesini, "irtica" oluşturmaktadır. Her ayın sonunda toplanan MGK, "irtica ile mücadele" adına yapması gerekenleri hükümete tek tek hatırlatmakta ve bir sonraki toplantıda da bunların hesabını sormaktadır. "Tavsiyeler" ve hesap sormaya temel oluşturan raporlar ise, önce tamamen askerlerce oluşturulan Batı Çalışma Grubu (BÇG) tarafından, sonra da tüm kamu kurumlarını sürece katmak amacıyla oluşturulan Başbakanlık Takip Kurulu (BTK) tarafından hazırlanmaktadır. Paralel bir hükümet gibi çalışan MGK Genel Sekreterliği ise, faaliyet alanını, yürütme organının önüne yasa tasarıları "sunmaya", yani yasama organının da yetki alanına müdahaleye kadar genişletmiştir. 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısıyla bu süreç, resmen ve açıkça başlatılmıştır.
Bu süreçte onbinlerce insan doğrudan, yüzbinlercesi de dolaylı olarak mağdur edilmiş ve sindirilmiştir. Yargı ve basının yanısıra, Diyanet İşleri Başkanlığı, YÖK ve öğretim kurumları gibi çeşitli yönleriyle öteden beri tartışılan kurum ve mekanizmalar, bu süreçte hukuka ve topluma karşı biraz daha kapanmışlardır. Nitekim, bazı mahkemeler kazanılmış hakkın olamayacağını, bazı yazarlar ülkenin geleceğinin hukuktan ibaret olamayacağını, bazı hakimler laik olmayanın insan olamayacağını, bazı savcılar demokrasinin ancak militan olanının savunulabileceğini, bazı siyasiler Atatürksüz duanın olamayacağını, başörtüsünün insan hakkı olarak görülemeyeceğini ileri sürerken, daha önce MGK toplantılarına başkanlık eden "sorumsuz" kişi de "devletin rutin dışına" çıkabileceğini söyleyebilmiştir.
Bu dönemde bazı alanlarda insan hakları ihlallerinde ciddi bir artış gözlenirken, yasaların ve yargının insan haklarını güvence altına almak yerine bir ihlal aracı haline dönüştürülmesine ilişkin müdahaleler yaşanmıştır. Ne var ki yargı üzerindeki baskılar ve açtıkları soruşturmalardan ötürü açığa alınan savcılar, verdikleri kararlar yüzünden sürgün edilen hakimler, kimsenin ilgisini çekememiştir. Çünkü, 28 Şubat iradesi, toplumun neredeyse tamamını "iç düşman" kategorilerinin içine sokarak, "topyekün savaş"a tabi tutmuştur. Bütün bunların temelinde, Türkiye'deki siyasi hayatın halen en etkin gücü/belirleyicisi konumundaki MGK'nın büyük rolü bulunmaktadır.
Dört yıla yaklaşan bir süredir 28 Şubat "post-modern darbe"sinin insan haklarına aykırı baskı ve dayatmaları, 27 Ekim 2000 günü gerçekleştirilen ikinci darbeyle; MGK tarafından benimsenen ve hükümete "tavsiye" edilen "İrtica ile Mücadele Stratejisi"yle biraz daha genişletilmiştir.
Yıllardan beridir laikliği "yeni bir din" gibi algılayan ve uygulayanlar, zamanında, en önemli "iç düşman" olarak ilan edilen komünizmi önleyebilmek için imam hatip okullarını kuranlar, şimdi de "kadınların, İslam dininde hiçbir dinsel görev alamaması nedeniyle İmam-Hatip Liselerine kız öğrencilerin alınmaması"nı istemektedirler. Herhangi bir ifadesinde ya da eyleminde İslam dininin gereklerinden söz edenlerin hemen laikliğe aykırı davranmak suçlamasıyla karşılaşıp cezalandırıldığı bir ülkede, MGK'nın bu tavsiyesinin gerekçesi, dinin kimler tarafından ne ölçüde kulanıldığının çarpıcı örneklerinden sadece birisidir.
İrticanın tanımlanmasından ısrarla kaçınarak onunla mücadele etmenin altında yatan tek neden, İslami görünürlülüğü tamamen yok etme isteğidir. Tanımlanmayan bir 'düşman' ile hukuk çerçevesinde "savaşım" verilmesi düşünülemez. Dolayısıyla "mevhum" irtica düşmanına karşı verilecek savaşımın, bundan sonra da hukuk ve insan hakları ayaklar altına alınarak sürdürüleceği anlaşılmaktadır.
Herşeyden önce emniyet güçleri, savcılar ve mahkemelerden, toplantı ve gösteri yürüyüşlerinde, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasasını değil, Türk Ceza Yasasının hükümlerini uygulamalarını istemeye cüret etmek, yargıya açık müdahaledir, başlı başına bir hukuki skandaldır ve anayasal suçtur. Böyle bir istemin, hiçbir organ ya da kişinin, hukukun üstünde olamayacağını, hukukun üstünlüğü ilkesinin, devletin tüm organlarının hukuka bağlılığını anlattığını sıkça vurgulayan Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer başkanlığındaki bir toplantıda dile getirilmiş ve kararlaştırılmış olması, ayrıca düşündürücü ve kaygı vericidir. Çünkü kanun devletine dahi saygı göstermeyenlerden, hukuk devletini oluşturmaları ve hukukun üstünlüğü ilkesini gerçekleştirmeleri beklenemez.
Seçilecek rektörlerin her türlü olumsuz şarta bile Atatürkçü düşünce mücadelesinden vazgeçmeyecek akademik personelden seçilmesi ve demokratik seçim mekanizmalarının, üniversitelerde yuvalanmış irtica odakları tarafından kullanılmasına izin verilmemesi yolundaki "tavsiye" de, Türkiye'de iktidarı kullanan ve kendilerini devletin ve ülkenin yegane sahipleri olarak görenlerin demokrasiden ne anladığını bir kez daha ortaya koymaktadır.
Yine bu toplantıda kamu kurum ve kuruluşları içerisinde irticai faaliyette bulunanlara ve irticai sızmalara karşı TSK'da olduğu gibi YAŞ benzeri düzenlemeler getirilmesi ve kurumların bu maksatla teşkilatlarını kurmaları istenmektedir. İdarenin her türlü eylem ve işleminin yargı denetiminde olması kuralı dolayısıyla YAŞ kararlarının yargı denetimine açılması gerekirken ve Cumhurbaşkanı tarafından da istenirken, diğer kurumların da yargı denetimi dışına çıkarılmak istenmesi, hukuk devletinin Türkiye'de ne kadar var olduğunu biraz daha tartışılır hale getirecektir.
Laiklik adına dinin ve dini eğitimin devlet denetimi altında tutulmasına ilişkin politikalar yıllardır uygulanmasına rağmen, halkın büyük çoğunluğunun dini duyarlılığını arzuladıkları ölçüde köreltemeyenler, bu doğrultudaki baskılarını biraz daha artırmaya çalışmakta ve Müslümanların ibadet hayatlarını tamamen kontrol altına almayı amaçlamaktadırlar. Hutbeler ve vaazların merkezileştirilmesinden sonra insanların ibadetlerinde okudukları ayetlerin ve duaların da tek merkezden belirlenmesine sıranın gelmesi kaçınılmazdır. Çünkü bu düşüncenin tarihteki uygulamaları bunu göstermektedir. Oysa halkın büyük çoğunluğunun inandığı dini tamamen devlet denetimine alarak yönlendiren, Müslümanların dini inançlarını ve pratiklerini belirlemeye ve organize etmeye çalışan, halkın kendi imkanlarıyla yaptırdığı camileri kamulaştıran, imamları devlet memuru yaparak denetim altına alan, ama buna karşı farklı İslami anlayış sahiplerini ve diğer din mensuplarını ise adeta yok sayan bir devletin hala laik olduğunu kimse ileri süremez. Müslümanların dini sorularını cevaplayan Din İşleri Yüksek Kurulu'nun da "irtica ile mücadele" kapsamında yeniden yapılandırılmasının istenmesi, dine yıllardır yapılan müdahale ve tahrifatla yetinilmeyeceğini göstermektedir.
İrticai yayın yaptığı tespit edilen gazetelere verilen resmi ilan akışının izlenmesini ve bu tür yayın organlarının cezalandırılmasını isteyen düşüncenin de insan haklarına ve iletişim özgürlüğüne saygısına ilişkin herhangi bir yorum yapmaya esasen gerek bulunmamaktadır.
Temel eğitimin 12 yıla çıkarılmak istenmesinin amacı da gelecek kuşakları ana-babalarından tamamen koparmak, çocuğun eğitimi üzerindeki anne ve babanın haklarını ortadan kaldırmaktır. Eğitim sorununa ön yargılı ve ideolojik yaklaşmıyor ve eğitimi ideolojik bir beyin yıkama aracı olarak algılamıyorsanız, sizden beklenen, öncelikle mevcut sekiz yıllık kesintisiz zorunlu eğitimin getirdiği sorunları çözümlemek ve eğitim sistemindeki kalitesizliği gidermektir.
Bu isteklerin uygulanmasında ahlaki tutarlılığın ve hukuka uygunluğun sağlanabilmesi için mutlaka "irtica"nın tanımı yapılmalıdır. Aksi halde Türkiye bir muhbirler ülkesine dönüşecek, toplumla devlet arasındaki güven bunalımı daha da artarak toplumsal güvensizliğe evrilecektir. Sanki irtica özellikle tanımlanmamakta ve irticaya bulaşmışlığın ölçüleri açıklıkla ortaya konulmamaktadır. Çünkü keyfi nedenlerle kamu görevlilerinin tasfiyesinin, yandaş ve ideolojik kadrolaşmanın yapılabilmesinin başka bir yolu bulunamamaktadır. Ancak hiçbir hukuki dayanağı olmayan bu tür taleplerin, Türkiye'yi hızla kanun devletinden, hatta polis devletinden bile uzaklaştırarak hafiye devletine dönüştüreceği ve fakat Türkiye'nin, önümüzdeki dönemde bir hukuk devleti olmasına hizmet etmeyeceği açıktır.
Öte yandan Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Cumhuriyet Bayramı dolayısıyla yayımladığı mesajında şöyle demektedir : "...Demokrasiyi kişiye göre yorumlamadan, toplumun tüm kurum ve kurallarında yaşatmak, insan hak ve özgürlüklerine saygılı, hukuka inanan her bireyin ortak sorumluluğudur.(...) Uygulamalar açısından ele alındığında, yıllardır yazılı bir kural olmaktan öteye geçemeyen hukukun üstünlüğü ilkesi, toplumsal yaşamı yönlendiren en önemli ilke konumuna getirilmelidir. Hiçbir organ ya da kişi, hukukun üstünde olamaz. Hukukun üstünlüğü, devletin tüm organlarının hukuka bağlılığını anlatır. Türkiye, önümüzdeki dönemde bir hukuk devleti olmayı mutlaka başarmalıdır.(...) Uygarlık düzeyinin bir göstergesi olarak kabul edilen ve uluslararası alanda büyük gelişme gösteren insan hak ve özgürlükleri hukukunun evrensel ölçütleri hukukumuza kazandırılmalıdır. Bu durum, AB'ne üyelik amacımıza da uygun düşecektir. Hukuk devleti ilkesini sözde bırakmayıp yaşama geçiren bir Anayasa oluşturulması kaçınılmazdır."
27 Ekim günlü MGK'da bu kararları alan Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ile Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz mı, yoksa Cumhuriyet Bayramı mesajı yayımlayan Cumhurbaşkanı Sezer ile Başbakan Yardımcısı Yılmaz mı gerçektir; kavramakta zorlanıyoruz ve tüm kamuoyunu, tüm baskı ve dayatmalara, insan haklarına aykırı uygulamalara karşı çıkmaya çağırıyor ve kadınların başlarından açılmak istenen örtülerle, baskıların, zulümlerin, vurgunların ve yolsuzlukların üstünün örtülmesine izin verilmemesini diliyoruz..