MİLLİ İNSAN HAKLARI EĞİTİMİ

"MİLLİ İNSAN HAKLARI EĞİTİMİ"

KUTSAL DEVLET'İN

Vatandaşlık ve İnsan Hakları Eğitimi Kitabı

Yarım Asırlık Bir "İstek"

26 Haziran 1945 tarihinde, aralarında Türkiye'nin de bulunduğu elli devletin imzaladığı Birleşmiş Milletler Antlaşması'nda yer alan bir madde, kurulmakta olan Birleşmiş Milletleri (BM), "insan haklarına ve temel özgürlüklere evrensel saygıyı geliştirmek ve özendirmekle" de görevli kılıyordu. İkinci Dünya Savaşı'nın da son bulduğu bu tarihlerde evrensel düzeyde, yoğun bir şekilde tartışılmaya başlanan insan hakları konusu, 10 Aralık 1948 tarihinde, BM Genel Kurulu'nda kabul edilen İnsan Haklar Evrensel Bildirgesi ile daha da somut hale getirilmiş ve o günden bugüne, totaliter ülkelerin dahi yabana atamadıkları önemli bir gündem maddesi olagelmiştir.

O tarihlerde "tek partici"likten "kurtulma" süreci yaşayan Türkiye de bu bildirgenin altına imza attı ve Bakanlar Kurulu kararıyla insan hakları konusunun okullarda ders olarak okutulmasına karar verildi. Ancak bu düşünce tam yarım asır kağıt üzerinde kaldı ve insan hakları, "insan hakları havarisi" politikacıların gerek Türkiye içinde, gerekse Türkiye dışında popülist söylemlerini süslemeye dönük bir işlev görmekten öteye gidemedi.

Örneğin, 1991 yılının Nisan ayında Brüksel'deki Avrupa İnsan Hakları Toplantısı'na (toplantının tam adı böyle mi?) katılan TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Eyüp Aşık'ın sözleri gazete köşelerine şu şekilde yansıdı: "Efendim insan haklarına saygılı olmak bir eğitim ve terbiye işidir. Onun için biz şimdi bir insan hakları dersini ilkokuldan itibaren okullarımıza koymak istiyoruz. İşte bu okullarda yetişecek çocuklar büyüyünce işkence yapmayacaklardır."

İşkenceyi, mağduru "çözme" ve onun şahsında tüm toplumu sindirme amaçlı bir devlet politikası olmaktan çok, insan hakları "eğitimi"nin yokluğuna bağlayan Aşık'ın taahhüdünün üzerinden de bir hayli zaman geçmesine rağmen ilköğretim çağındaki çocuklara insan hakları eğitimi, ancak 1998-99 eğitim yılında nasip oldu! Böylece siyasilerimizin zaman zaman "her vatandaşın ev ödevi" diyerek önemine işaret ettikleri insan haklarının dersi, yarım asırlık bir "çaba"nın ardından eğitim sistemindeki yerini "Vatandaşlık ve İnsan Hakları Eğitimi" olarak almış oldu.

Bu Ders Nasıl Okunmalı?

Bu dersin, Türkiye'nin içinde bulunduğu ara döneme denk gelmesi ilk bakışta bir çelişki gibi görünse de, siyasi terminolojiye "post-modern darbe" terimini kazandıran bir ülkede yaşadığımız hatırlandığında, sanırım konu kendiliğinden hallolmuş olacaktır.

Baştan söylemek gerekirse, bu dersi iki şekilde okumak gerekmektedir. Türkiye gibi otoriter ülkelere has bir yöntem olan bu okuma biçiminde, her zaman için olayın bir görünen, bir de görünmeyen yüzü bulunmaktadır. Görünen yüzünde Türkiye'nin geleneksel günü kurtarma politikasının yattığını görüyoruz. Batı'nın değer ölçülerine göre, insan hakları konusunda "yaramaz bir öğrenci" olup sürekli sınıfta kalan ve bunu da "eğitim" eksikliğine bağlayan Türkiye, bu dersle, "insan hakları açığını" kapama gayretinde olduğu izlenimini vermek istemektedir. Hemen belirtelim ki, Cumhuriyet'in 75. yılında bile ilk günkü meselelerin hala önümüzde durduğuna bakacak olursak, günü kurtarma politikalarının bünyenin çürümesinden başka bir işe yaramadığı kolaylıkla anlaşılacaktır.

İşin görünmeyen yüzünde ise, "Batı ile ilişkiler açısından insan hakları dersi madem olmazsa olmaz, o halde 'kendimize özgü' şekilde durumdan vazife çıkaralım" mantığı yatmaktadır. Bu da, laiklik ve demokrasi örneğinde olduğu gibi insan hak ve özgürlüklerini, evrensel kriterlerinden soyutlayarak ve 28 Şubat dengelerini de gözönünde bulundurarak, "milli" bir eğitime tabi tutulmak demektir.

Baştan sona okunduğu takdirde görülecektir ki, Türkiye'nin insan hak ve özgürlükleri sorununu, otoriter devlet yapısının dışına kaydırmaya dönük bu çalışmanın temelinde, kutsal bir varlık olarak algılanan devletin "masumiyeti", kulların/vatandaşların da her zaman suç işlemeye meyilli azgın iradelerinin kontrolsüzlüğü yatmaktadır. Vatandaş için tek yol, "milli bilinç"e ermektir. Yani "vatandaş" vatandaşlığını, söz konusu kitapta belirtilen sınırlar çerçevesinde bilirse ve verilen vazifelere harfiyyen uyarsa, insan hakları "sorun" olmaktan çıkacak; yok eğer devletin masumiyetini zedeleyici bir eyleme yönelirse, örneğin farklı düşünme ve inanma "günahını" işlerse -kitap bunları iç tehdit kapsamında üstü örtülü bir şekilde değerlendiriyor-, en yakın düşman kategorisine sokularak "işlevsiz" bir hayat sürmek durumunda kalacaktır.

Kitap MGK Ürünü

Bu yıl küçük beyinlere, "Eğitim insanımıza Türk kimliğini kazandırmalıdır" diye seslenen bir koordinatörün öncülüğünde hazırlanan sözde insan hakları eğitimi sürecinin sürprizlere gebe olduğunu, aslında kamuoyuna yansıtıldığı ilk günden anlamak mümkündü.

Konuyla ilgili gerekli prosedürler tamamlandıktan sonra Temmuz 98'de basına yansıyan haberler, verilecek olan insan hakları dersinin ipuçlarını çok çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyordu. Haberlere göre, ilköğretim okullarının 7. ve 8. sınıflarında okutulmak üzere hazırlanan "Vatandaşlık ve İnsan Hakları Eğitimi" ders programında, MGK'nın "isteği" üzerine birtakım değişiklikler yapılmıştı ve böylece sıralamaları sürekli tartışılan "iç ve dış tehditler" de ders kapsamına alınmıştı.

Eğitim döneminin yaklaşmasıyla birlikte gazeteler, dersin genel amaçlarının şöyle sıralandığını yazmaya başladılar; "İnsan olma bilinci kazanmak, vatandaş olma bilinci edinmek, insan haklarını tanımak, demokratik devletin vatandaşlarına karşı görevlerini bilmek, insan haklarının bütün insanlar tarafından doğuştan getirilen, vazgeçilemez, devredilemez haklar olduğunu anlamak, Atatürk ilke ve inkılaplarının insan haklarıyla ilişkisini anlamak."

Bu içerikte, değişik yazarların yazdığı kitaplarla bir yıl "idare eden" Milli Eğitim Bakanlığı (MEB), ne kadar "sıkı" olduğunu bir kez daha gösterdi ve 1999-2000 eğitim öğretim dönemine kendi yayınlarından çıkan tek kitapla girdi. Hemen hemen her sayfada karşılaşılan anlam bozuklukları ve imla hataları, baştan sona "sıkıcı" ve de "kışkırtıcı" olan içeriğiyle birlikte düşünüldüğünde, aslında 128 sayfalık kitap, tam bir kara mizah örneği sergilemektedir. Bir profesörün koordinatörlüğünde, yedi kişilik "yazar" kadrosu ve 10 kişilik "inceleme ve denetleme" grubuna rağmen maalesef böyle. Zavallı öğrenciler!

Ortak Kabul Etmeyen Sürekli Bir Kurum: Devlet

"Devlet, Demokrasi, Anayasa, Vatandaşlık, Vatandaşlık Hakları ve Sorumlulukları; İnsan Haklarının Korunması; Milli Güvenlik ve Milli Güç Unsurları ile İnsan Haklarının Korunmasında Karşılaşılan Sorunlar" başlığı altında dört üniteden oluşan kitapta, her kitapta bulunan "normal" başlangıç unsurlarının dışında, Anıtkabir, TBMM binası ile bir barajın kuşbakışı görünümünden oluşan resimlerin ardından ilk üniteye başlanıyor.

"Devlet, demokrasi, anayasa, vatandaş, kamu ve sivil toplum kavramları"nın öğretildiği ilk ünitede, ayrıca "Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin yönetim yapısı, vatandaşlık hakları ve vatandaş olma sorumluluğu konularında bilgiler" edinileceği belirtiliyor. Bu bilgilerin, "vatandaşlığı, vatandaşlık haklarını ve sorumluluklarını ve bunların yanı sıra, Atatürk'ün vatan ve millet sevgisiyle beraber dayanışmanın milli birlik ve beraberlik yönünden önemine" yarayacağı belirtiliyor.

Devlet, "toprak bütünlüğüne dayalı, siyasi bakımdan örgütlenmiş, millet veya milletler topluluğunun oluşturduğu hukuki bir varlıktır." diye tanımlandıktan sonra devletin "soyut bir kavram" olduğuna işaret ediliyor. Ancak, "devletin sahip olduğu bayrak, cumhurbaşkanlığı, yasama, yürütme, yargı organları, silahlı kuvvetler ve kolluk kuvvetleri (polis-jandarma) gibi birimler, devleti daha somut hale getirir" denilerek devletin fazla uzaklarda olmadığı hatırlatılıyor. Zaten devletin sözcük anlamında "elden ele geçen güç, iktidar" demek olduğu kaydediliyor.

İlerleyen paragraflarda, "hukuki varlık" olan devletin "sosyal bir varlık"a dönüştüğüne tanık oluyoruz: "Devlet, sosyal bir varlık olarak, kendi yapısının kanunlarına dayanan, sürekli bir kurumdur. Bu sürekliliği otoritesiyle sağlar. Otorite gücünü yasalardan alır."

Ayrıca diğer devletlere karşı "tam bağımsız" olduğu söylenen devletin, "kendi içinde ise ortak kabul etmeyen bir karar verme ve yürütme yetkisine sahip" olduğu ve "dış devletlere karşı toplumun, manevi kişiliğini ve bağımsızlığını temsil" ettiği vurgulanıyor.

Emir Almadan Emredebilme ve Demokrasi

"Demokrasi, halkın, halk tarafından, halk için yönetimidir" denildikten sonra, "Demokrasi Kavramı" adı altında arka arkaya şu tanımlara yer veriliyor: "Kısaca, halkın kendi kendini yönetmesidir. Siyasal otoritenin, millete ait olduğu bir rejimdir. Buna göre demokrasi, halkın egemenliği, halkın iktidarı demektir. Genel siyasetin, halkın kendisi tarafından yönlendirilip ve halkın eliyle tespit olunduğu anlamını taşır. Demokrasi denilince; aklımıza, egemenliğin halka ait olduğu bir yönetim biçimi gelir."

Bütün bunların ardından ikinci paragrafta da demokrasi tanımına devam ediliyor: "Demokrasi, halkın egemenliği temeline dayanan yönetim biçimidir. Milli egemenliğin millete ait olduğu bir rejimdir." Egemenlik kavramı için de şu ifadelere yer veriliyor; "Egemenlik; devlette karar verme yetkisinin kendisinde toplandığı bir otorite veya devlet etkinliklerinde söz sahibi olan bir iradedir. Egemenlik, emir almaksızın emredebilmektedir."

Demokratik Devlet Neye Denir?

"Çağdaş anlamda anayasa", "yönetilenler ile yönetenler arasında yazılı veya sözlü olarak anlaşılıp kararlaştırılan ilkeler" olarak tanımlanırken, "toplumun ihtiyaçları ve gelişmesi doğrultusunda değişebilir" denilerek Türkiye Cumhuriyeti anayasalarına geçiliyor. Önce anayasanın yasadan farklı olduğu belirtiliyor ve ardından "Yasalar, TBMM'de kabul edilip Cumhurbaşkanının onayı ile yürürlüğe girer. Oysa anayasa TBMM'de kabul edildikten sonra, halk oyuna sunulur, kabul edilirse, yürürlüğe girer." cümlesi geliyor. Ancak, öğrencilerin zihinleri karışmasın düşüncesiyle, örneğin 1982 Anayasası'nın nasıl hazırlandığına ya da kabul ediliş tarzına hiç değinilmiyor. Sadece, "Anayasalarımız sırasıyla; 1921, 1924, 1961, 1982 yıllarında değişmiştir. Bugün yürürlükte olan anayasamız, 7 Kasım 1982 tarihli Türkiye Cumhuriyeti Anayasasıdır" demekle yetiniliyor. Bu kadar "anayasa değişikliği"nin, "toplumun ihtiyaçları ve gelişmesi doğrultusu"ndaki zorunluluktan mı, otoriter zihniyetlilerin bolluğundan mı gerçekleştirildiği ise açıklanmıyor. Fakat anayasanın yasalardan üstün olduğunu gösteren şemanın altına "Demokratik Devlet" ifadesini yerleştirmekten de geri kalınmamış. Amaç Türkiye'nin "Demokratik Devlet"(!) olduğunu öğrencilere göstermek.

Haklar Ne İle Başlar?

Vatandaşlık kavramının işlendiği bölümde ise faşizan bir "hak kullanımı" ile karşılaşıyoruz; "Haklar vatandaşlıkla başlar." Peki vatandaş? "Aynı ülkede yaşayan ve devlete vatandaşlık bağı ile bağlı olan kişi" demektir. Ya sınırları? Bu da darbecilerin bir ürünü olan 82 Anayasası'ndan aktarılıyor: "Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk'tür. Türk babanın veya Türk ananın çocuğu Türk'tür. Yabancı babadan ve Türk anadan olan çocuğun vatandaşlığı kanunla düzenlenir... Hiçbir Türk, vatana bağlılıkla bağdaşmayan bir eylemde bulunmadıkça vatandaşlıktan çıkarılamaz." Herkesin "yasalar önünde eşit" olduğu belirtilen bölümde, "Türkiye Cumhuriyeti Devleti, vatandaşına yasa açısından ayrım yapmadan eşit hizmet vermekle yükümlüdür." cümlesiyle de bundan kimsenin şüphe duymaması isteniyor. Oysa, bunu yazanlar da biliyor ki, Türkiye'de, birey olmaktan önce "vatandaş" olmaya zorlanan öğrencilerin, günlük yaşamda, bazı kişilerin yasalar önünde daha eşit olduğunu, yasa üstü bir konumda bulunduğunu hatta yasanın bizzat kendisi olduğunu öğrenebilmeleri için farklı bir ders görmeleri gerekmiyor.

"Devletin Müdahalesi Dışında Kalmış" Sivil Toplum

Kitapta, kamu kavramına değinilirken ise Atatürk'ten bir alıntı yapılıyor: "Kamuoyu, milletin içinden taşan çeşitli fikirler denizidir. O denizde çeşitli akımlar, çeşitli münakaşa dalgaları meydana getirir." Ancak bundan önce, "kamu hakkı"ndan bahsediliyor ve devletlerin kamu haklarının sınırını çizdiği ve bunu yaparken de "sınırsız yetkiye sahip" olmadıkları hatırlatılıyor. Buna örnek olarak da, "Özellikle yaşama hakkı devletler üstü haklardandır" deniliyor, fakat Türkiye'de devletin fiiliyatta sınırsız bir kullanım hakkına sahip olduğundan olsa gerek, ayrıntıya inilmiyor. Ancak "sivil toplum" konusu bu duruma netlik kazandırmaya yetiyor. Sivil toplumun tanımı aynen şöyle: "Devletin müdahalesi dışında kalmış ve bireylerin kendi kendilerini yönlendirebildikleri demokratik bir yapı." Devletin "müdahalesi dışında kalmış" olan sivil toplumun, muhtemelen devlet bu "görevini" yanlışlıkla atlamıştır, "özgür vatandaşlardan" meydana geldiği de kimseyi şaşırtmasın.

"Merkezdeki Yardımcı Kuruluş": MGK

"Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Yönetim Yapısı"nın anlatıldığı bölümde, bilinenlere ek olarak yeni bir tasnifle karşılaşıyoruz: "Merkezdeki Yardımcı Kuruluşlar" Bunların sırasıyla, Milli Güvenlik Kurulu, Devlet Planlama Teşkilatı, Danıştay ve Sayıştay oldukları, görevlerinin ise "hükümet ve bakanlıklara görevlerinde yardımcı olmak, görüş bildirmek" olduğu belirtiliyor. Ancak zorlama bir tasnif olduğu da her halinden belli; neden Yargıtay değil de Danıştay ya da niçin Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) var da YÖK yok? YÖK, DPT'den az mı "yardımcı" oluyor hükümete? Bu durumda söz konusu tasnifin, Milli Güvenlik Kurulu'na (MGK) yer açmak amacıyla yapıldığı kolaylıkla anlaşılıyor. Sayfanın ortasına yerleştirilen toplantı halindeki MGK resmi de zaten bu duruma işaret ediyor. Hükümete "yardım" için "görüş" bildirmekle görevli olduğu belirtilen MGK'nın "asker ve sivillerden oluşan anayasal bir kuruluş" olduğu da Anayasa'nın 118. maddesi eşliğinde öğrencilere anlatılıyor.

İnsan Hakları TSK'nın Korumasında

"İnsan Haklarının Korunması"nın konu edildiği ikinci ünitede öğrencilere, kısa fakat "öz" bilgiler sunulmuştur.

"İnsan Haklarının Ulusal Düzeyde Korunması" başlığı altında, "devletin insan haklarına saygılı olmayı" temel bir ilke olarak anayasaya aldığı kaydedilirken, "insan haklarına saygılı devlet"in, aynı zamanda anayasa gereği "insan haklarını koruma görevi"nden de sorumlu olduğu belirtiliyor. Devletin bu görevi ise, "yasama, yürütme ve yargı yoluyla yerine getirdiği" ileri sürülüyor.

Hemen her yerde birbirinden bağımsız oldukları belirtilen bu üç kuvvetin, burada "birbirleriyle iç içe" oldukları anlatılıyor.

Yasama organının "insan haklarını koruyan, güvence altına alan yasalar çıkarmak ve insan hakları ile ilgili sorunları tartışmakla", yürütme organının da "her türlü koruyucu yönetsel önlemleri almakla" görevli olduğu belirtilirken, yargının "haksızlığa uğrayanların haklarını korumayı ve suçluları yasalara göre cezalandırmayı" sağlamakla iştigal ettiği belirtiliyor.

Yürütme organının bu görevi "Gerektiğinde 'zor' kullanarak" yerine getirdiği kaydedilirken, örnek olarak da "devletin teröristlere karşı silah kullanma yetkisi" gösteriliyor. "İnsan haklarını koruma"yı salt teröristlere indirgeyen zihniyet -ilerleyen bölümlerde bu anlayış daha da belirginleşecek ve kitabın "Terörizme Karşı Vatandaşın El Kitabı" olduğu fikri ağır basacak-, yürütme organının bunu nasıl yaptığını da şöyle anlatıyor: "Yürütme organı Türk Silahlı Kuvvetlerini kullanarak hak ve özgürlüklerin korunmasını sağlar. Bunu şehirlerde polis, köylerde jandarma yerine getirir."

Tüm bunlara rağmen, "İnsan Haklarının Korunmasında Sivil Toplum Kuruluşları ve İşlevleri" bölümünde, insan haklarının, "devletin koruması ile yeterince korunmayabilir" olduğuna dikkat çekilerek; "İşte bu durumlarda devreye sivil toplum kuruluşları girer" denilmek suretiyle adeta günah çıkartılmış oluyor. "İnsan haklarını gündeme getirme, bu konuda kamuoyu oluşturma" ve "insan haklarının ihlali durumunda kısa sürede geniş toplum kesimlerine ulaşabilme özelliklerine" sahip olan bu kuruluşların bunların yanı sıra bir görevlerinin daha olduğunu öğreniyoruz; o da "devletin organlarına yardımcı olma". Ülkemizde demokratik toplumsal hareketlere öncülük ettikleri belirtilen ve bu nedenle de "desteklenmesi" gereken bu sivil toplum kuruluşlarının "bazıları" ise şu şekilde sıralanmıştır: "Tüketici Haklarını Koruma Derneği, İnsan Hakları Koruma Vakfı (adını ilk kez duyuyoruz), Çevre Koruma Vakfı, Sokak Çocuklarını Koruma Vakfı."

İnsan haklarını ulusal düzeyde koruma konusunda, "sivil" toplum kuruluşlarının yanı sıra "resmi" organlara da değiniliyor.

"İnsan Hakları Danışma Kurulları ve İşlevleri" başlığı altında ele alınan resmi organlara, "TBMM'ye bağlı İnsan Hakları Komisyonu, (doğrusu: TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu) Başbakanlık İnsan Hakları Yüksek Danışma Kurulu (doğrusu: Başbakanlık İnsan Hakları Koordinatör Üst Kurulu)" (daha önce böyle bir kurul yok muydu?) örnek veriliyor. Bunlara ek olarak "Zaman zaman bakanlıklara bağlı geçici insan hakları komisyonları" oluşturulduğu da belirtildikten sonra, görevleri sıralanıyor: "insan hakları ile ilgili sorunları inceleyip öneriler getirerek yetkili hükümet birimlerine bilgi vermek".

"İnsan Haklarının Uluslararası Düzeyde Korunması"nın konu edildiği bölümde ise, sırasıyla "Uluslararası Kuruluşlar", Uluslararası Belgeler" ve Uluslararası Gönüllü Kuruluşlar"a değinilerek bunlar hakkında genel bilgiler veriliyor.

Ayrıca, arada bir yapıldığı gibi bu ünitede de öğrenciler bir birinden ilginç sorularla "düşünüp-tartışmaya" çağrılıyorlar. Tıpkı şu soruda olduğu gibi "Kamu kuruluşlarında ve devlet organlarında görevli kişilerin insan hakları eğitimi görmedikleri zaman neler olabileceğini tartışınız?"

Sonuç olarak, insan haklarını korumanın işlendiği bu ünite, bunların yanı sıra "Duyarlı Vatandaş Yetiştirme" gibi birbirinden ilginç daha pek çok alt başlıkla birlikte öğrencilere aktarılmıştır. Ünite içinde insan haklarının ancak bu şekilde korunmuş olacağı da belirtilerek, bu durumda şu sonuçların elde edileceği kaydediliyor: "Yasadışı davranışlar azalır", "Yönetim kolaylaşır", "İnsanlara ve devlete güven artar", "Vatandaşlar daha bilinçli, sorumlu ve onurlu olurlar", "Meclisler, devlet organları, sivil kuruluşlar görevlerini daha rahat yaparlar", "Yasalar işlerlik kazanır", "Vatandaşlar olağanüstü durumlarda hizmetlere gönüllü katılırlar", "İnsanlarda paylaşım artar", "Savaşlar azalır, barışçı bir ortam doğar".

"Türk İçin Kutsal Üçleme: Hürriyet, Ordu, Atatürk"

"İnsan Haklarının Korunması" başlıklı ünitede verilenler, bunlarla da sınırlı değil. Ünitenin sonunda bir de "Okuma Parçası" var. Bu, aktarılan bilgilerin zihinlere derinlemesine nüfuz etmesi için özenle seçilen, Hasan Ali Yücel'in "Hürriyet Gene Hürriyet" adlı kitabından alınmış "Niçin Atatürk" başlıklı tek sayfalık bir okuma parçası. Metnin bir bölümünü hep beraber okuyalım da "Niçin İnsan Hakları Eğitimi" verildiğini ve dahası insan haklarını korumada TSK"nın "sıradan" bir tercih olmadığını iyice anlayalım:

"'Köşemde' oturuyordum, fakat sokaktayım. Bugün Ankara'da köşesinde kimse kalmadı. Herkes dışarıda ve birbirinde. Otomobilli, at arabalı, kamyonlu ve yaya; halk, mahpushaneden çıkmış gibi. Coşkun bağırıyor, çağırıyor, türkü söylüyor, oynuyor. Ne oldu, ne var?

Üç kelime, hep o üç kelime, ağızlarda:

-Hürriyet, ordu, Atatürk.

Bu bir kutsal "üçleme" oldu Türk için:

-Hürriyet, ordu, Atatürk...

Öyle bir üç ki, üçü bir ve biri üç. Demek ordusuz Türk, Türksüz Atatürk ve Ata'sız her ikisi olamıyor. Çünkü Atatürk, millet iradesinin kutsal varlığı Türk ordusu ile hürriyeti elde etmiştir.

Sokaktaki halk, bir türkü söylüyor; hep onu söylüyor, hep onu tekrar ediyor:

Dağbaşını duman almış

Bu ne genç, ne ümit dolu bir türkü..."

Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni Sevdiren Ünite

Kitapta üçüncü ünitenin başlığını "Milli Güvenlik ve Milli Güç Unsurları" ifadesi oluşturuyor. Başlık, tüm sayfa bir resimle süslenmiş. Resim, toplam beş savaş uçağından oluşuyor. Yanlardaki uçakların gövdelerinde "A", ortadaki uçağın gövdesinde "T" ve bunun ön ve arkasında bulunan iki uçağın gövdesinde de birer Atatürk resmi yer alıyor. Kısacası yazılı ve görüntülü bir "ATA" fotoğrafı.

Savaş uçaklarının "ATA" propagandası ile başlayan ünitenin "giriş" bölümünde ise öğrencilere hitaben şu ifadeler yer veriliyor: "Bu ünitede; milli güvenliğimizi daha iyi tanımanın yollarını, güvenliğin önemini, ülkemize yönelik iç ve dış tehdit konularını öğreneceksiniz. Ayrıca terörlerin milletlere verdiği zararları, insanlara verdiği mutsuzluğu, dünyaya getirdiği korkunçluğu daha iyi kavrayacaksınız. Günümüzde savaşların yerine niçin terörün tercih edildiğini, devletlerin birbirlerine karşı devamlı dost kalmalarının mümkün olup olamayacağını yorumlayabileceksiniz. Terörle mücadelede bizlere düşen görevlerin neler olduğuna karar verebileceksiniz. Ülkemizin jeopolitik öneminden dolayı, her zaman dünya gündeminde adından söz ettireceğini, düşmanların ülkemiz üzerindeki emellerine bölücülük ve yıkıcılıkla ulaşmak istediklerini daha iyi anlayacaksınız. Bu yüzden her türlü kaçakçılık olaylarına göz yumarak ülkemizi yaşanmaz bir ülke, kötü ve çirkin alışkanlıkları çok bir millet gibi göstermek istediklerini göreceksiniz. Bizim insanımızın bilmediği kötü ve çirkin davranışları insanlarımıza normal davranış gibi öğretmeye çalıştıklarını öğrenecek, bu üniteyi okuyunca Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni sevecek ve onun kurucusu Atatürk'ü daha iyi anlayacaksınız."

Milli Güvenlik, Milli Hedefi ve Millete Benimsetmek

Amaç "Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni sevmek, Atatürk'ü daha iyi anlamak" olunca işe "Milli Güvenlik"le başlanmış ve ilk olarak "Milli Güvenlik Nedir?" sorusuna cevap verilmiş: "Devletimizin bağımsızlık ve egemenliğine, yurdumuzun bütünlüğüne, milletimizin özgürlük ve mutluluğuna, cumhuriyetimizin varlığına içten ve dıştan gelecek her türlü tehlikeye karşı, önceden hazır olmak ve gerektiğinde savaşmaktır."

Böylece "Milli Hedef"e geçiliyor ve "elde edilmesi halinde milli çıkarların gerçekleştirilmesini sağlayan sonuçlar" şeklindeki tanımının ardından nitelikleri sıralanıyor: "Milli hedefler tamamen milli bir nitelik taşımalıdır. Sadece bir siyasal görüş, düşünce ve gruba ait olmamalıdır. Sadece bir liderin, bir devlet başkanının hedefi olmamalıdır. ... Hayallere, aşırı heyecanlara kapılmaksızın gerçekçi ve akılcı olarak seçilmelidir. Millete rağmen değil, milletin de benimseyeceği bir nitelik taşımalıdır, millete benimsetilmelidir." Sonraki paragrafta "Türkiye'nin milli hedefi"nin "benimsetilmek" üzere hazır olduğunu görüyoruz: "Türkiye'nin milli hedefi, Atatürk'ün gösterdiği, 'Çağdaş medeniyet seviyesinin üzerine çıkmaktır.' Bu hedefi gerçekleştirmek için, her Türk insanı, üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmeli ve çok çalışmalıdır."

Milli Güvenlik Siyasetini Belirleyen Organlar ve TBMM

Buraya kadar aktarılan sınırlı "askeri bilgi"ler, "Milli Güvenlik Siyaseti" için bir hazırlık mahiyetinde olup, bu bilgiler sonrasında "Milli Güvenlik Siyasetini Belirleyen Organlar"a geçiliyor. Çizilen şemada, bu organların, TBMM, Cumhurbaşkanı-Bakanlar Kurulu-Başbakan ile Milli Güvenlik Kurulu'ndan oluştuğu aktarılıyor. Milli Güvenlik Siyaseti'nin hedefi olarak da önce "devletin anayasal düzenine, milli varlığına yapılan ve yapılacak olan her türlü faaliyete karşı, milli güvenliğimizi koruma ve kollama" gösteriliyor ve ardından Anayasada böyle bir terim olmamasına rağmen "Milli güvenlik siyasetinin ana hedefi anayasamızda düzenlenmiştir." denilerek 117. ve 118. maddeler ekleniyor.

Cumhurbaşkanı, Başbakan ve bazı bakanların Milli Güvenlik Kurulu'nun (MGK) azınlığı temsil eden "sivil" üyeleri olduğu herkesçe bilinmesine rağmen, TBMM''nin, bir bütün olarak "Milli Güvenlik Siyasetini Belirleyen Organlar"a dahil edilmesi, "teknik bir yanlışlık" değilse, doğrudan TBMM'ye hakaret anlamı taşımaktadır. Çünkü, söz konusu "siyaset"in MGK'da kimler tarafından "sivil" üyelere "tavsiye" edildiğini, milletin kendisi kadar vekilleri de bilmektedir.

Toplumda Egemen Güç ve Cumhuriyetin Bekçisi Ordu

"Milli Güvenlik" başlığı altında son olarak "Milli Güç" ve "Askeri Güç" konularına yer veriliyor. Milli güç kısaca; "Bir milletin, milli hedeflerine erişmek amacıyla kullanılabilecek maddi ve manevi kaynakların toplamı", askeri güç de "bir devletin ve milletin savaş gücü" olarak tanımlanıyor. İkinci gücün, "dış barışı sağlama"nın yanı sıra "iç barışın başlıca garantilerinden birini oluşturduğu" da şu sözlerle ifade ediliyor: "Türk Silahlı Kuvvetleri, halkın barış ortamında, demokrasi ve insan haklarından yararlanarak refah ve huzur içinde yaşamasına güvence sağlar." Bu bakımdan "Türklerin tarih boyunca, askeri güce verdikleri önemle birçok devlet kurmuş" oldukları belirtilerek, "askeri gücün hemen her şeyden önce geldiği ve toplumda egemen güç düzeyine eriştiği" kaydediliyor. İşte "Bu yüzden Türklere 'Ordu Millet' denilmiştir. Ordumuz, ulusumuzun, huzur, güven ve gurur kaynağıdır. Ordumuz, demokratik bir yönetim biçimi olan cumhuriyetimizin de bekçisidir."

Peki "hemen her şeyden önce gelen" ve "barış", "demokrasi", "insan hakları", "refah", "huzur", "güven" "gurur", "mutluluk" gibi soyut kavramların bugün "var" olmasında "garanti" rolü üstlenen "ordumuz"u nasıl tarif etmek gerekir? İşte cevabı: "Türk Silahlı Kuvvetleri; Türk ülkesinin birliğini, Türk milletinin özgürlük ve mutluluğunu, devletimizin bağımsızlık ve egemenliğini iç ve dış tehditlere karşı korumak ve kollamakla görevli kuvvettir." Görevi: "Türk yurdunu ve Cumhuriyetin niteliklerini, ülkenin bölünmez bütünlüğünü korumak temel görevidir. Anayasa ile tespit edilmiş olan görevleri içinde, Türkiye Cumhuriyeti'ni iç ve dış tehditlere karşı korumak ve kollamak da bulunmaktadır."

Dış tehdide karşı, "yurdun savunması ve toprak bütünlüğünün muhafazası"nın, "milletlerarası hukuktan doğan haklar taviz verilmeden" kullanılacağı, iç tehdide karşı da "anayasa ve yasaların öngördüğü hükümler çerçevesinde" "yurdun kollanması ve korunması"nın üzerinde duruluyor.

Fakat TSK'nın hangi anayasa ve yasa maddesi çerçevesinde "bu görevi" üstlendiği belirtilmiyor. Bunun yerine birtakım "beylik" laflar tercih ediliyor: "Türkiye Cumhuriyeti devleti ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Bu bütünlüğü tehlikeye düşürmeyi hür, demokratik, parlamenter düzeni, temel hak ve özgürlükleri ortadan kaldırmayı hedefleyen unsurlar olabilir. ... Bu unsurların oluşturduğu iç tehdide karşı, ... Türk Silahlı Kuvvetleri duruma müdahale edebilir." "Müdahale" için herhangi bir "emre" gerek olup olmadığı ise, tam anlaşılamıyor. Belirtilen ifadenin sonuna sadece şu cümlenin eklendiğini görüyoruz: "Anayasanın ve Türkiye Büyük Millet Meclisinin, kendisine verdiği görevleri yerine getirir." Peki Anayasa'nın "verip", -çünkü hep öyle oluyor- TBMM'nin vermemesi durumunda ne olacak? Ayrıca, yürürlükteki anayasa askerlerin hazırlattığı bir anayasa, bunun için Meclis'in hiçbir "müdahalesi" olmadığını da unutmamak gerekir. 28 Şubat post-modern darbesi, dönemin hükümetine ve de Meclis'ine karşı yapıldığı için, şimdi bu izni anayasa mı verdi diyeceğiz öğrencilere?!...

"Türkler, Askerliği Severler Ama Barışa Daha Çok Önem Verirler"

TSK'nın "önemi ve temel görevleri" aktarıldıktan sonra sıra, "Askerlik Görevinin Kutsallığı"na geliyor. "Vatanımıza karşı görevlerimizden en önemlisi" diye sunulan askerliğin, "Türkler için kutsal bir görev ... Türk erkeği için vatan borcu, namus borcu" olduğu belirtiliyor. Dış ve iç düşmanları "caydırmak" amacıyla olsa gerek, "Vatanını sevmek, onu yüceltmeye çalışmak, gerekirse bu uğurda savaşıp can vermek Türklerin en önemli özelliklerinden" biri olarak değerlendiriliyor. Yanlış anlamalara meydan vermemek için "Türkler, askerliği severler ama barışa daha çok önem verirler. Kendisine saldırılıp hakları çiğnenmedikçe, barış içinde yaşamayı severler." şeklinde de uyarı yapılıyor.

İç ve Dış Tehdide Karşı Atatürkçü Düşünce

Tüm bu anlatılanlardan sonra, "düşman" kategorilerine, "Türkiye'ye Yönelik İç ve Dış Tehdit" başlığı altında yeniden dönülmesi, 28 Şubat süreciyle birlikte ortaya konan Milli Askeri Strateji Konsept (MASK) 'in yeni nesillere yönelik "zihni dönüşümü", şansa bırakma niyetinde olmadığını açıkça ortaya koymaktadır.

Söz konusu başlık altında ilk önce, genel anlamda "Anarşi ve Terör" kavramlarına değiniliyor ve ardından da bunların Türkiye'deki amacının "insanları, toplumu sindirip devleti parçalamak, Türk toprakları üzerinde kendi ideolojik yapısına uygun devlet kurmak" olduğu belirtiliyor. İlerleyen sayfalarda anarşi ve terörün "çare"si gösteriliyor. Ancak bu bölümde öncelikle şu ifadelere yer veriliyor: "Milli kültürden taviz vermeden, kişisel güven içinde, Türk vatandaşı olmanın onur ve mutluluğunu duyarak, Atatürk'ün yolunda yürümek; her Türk'ün ödevidir. Türk ulusunun bölünüp parçalanmasını, Türk Devleti'nin yıkılmasını amaçlayan her türlü anarşi ve teröre karşı, birleştirici ve bütünleştirici fikir, Atatürk'ün görüş ve düşünceleridir. Her Türk çocuğunun Atatürkçü düşünce etrafında birlik ve beraberlik içinde olması en yüce görevlerden birisidir."

"Terörün Yayılma Sebepleri"

Bütün eğitimini "Devletin gözetim ve denetimi altında, Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusu"nda alan her Türk çocuğu, nasıl oluyor da "terör belası"ndan kurtulamıyor? Kitap bu soruya "Terörün Yayılma Sebepleri" başlığı altında "cevap" vermiş: "Bilgi ve anlayış azlığı", "Kamuoyunun terör konusunda eğitim yetersizliği","Bazı kişi ve kuruluşların bilerek veya bilmeyerek terörizme katkısı", Bazı kitle haberleşme araçlarının bilerek veya bilmeyerek terörizme katkısı", Terörü destekleyen devletlerin varlığı", "Bazı silah üreticilerinin örgütlere silah satması","Ülkeler arasında işbirliğinin sağlanamaması" ve "Halkın yeteri kadar duyarlı olmaması."

Aslına bakılırsa salt bu başlıklar bile Türkiye'de "terör belası"nın neden var olmaya devam ettiğini anlatmaya yetiyor. Fakat bunların arkasında neler "gizli" olduğunu görebilmek için, ayrıntıya kaçmadan, başlıkları tek teker ele almakta fayda var.

1- Bilgi ve Anlayış Azlığı

Buna göre, "Terörün korkunçluğunu bilmeyen bazı insanlar, farkında olmadan terör odaklarına yardımcı olmaktadırlar." "Aile içi geçimsizlikler, ekonomik sıkıntılar, manevi boşluk, eğitimsizlik gibi etkenler, gençlerin terör odaklarının içine girmesine sebep olmaktadır." Ancak "gençler, daha sonra bir çok sıkıntı ve pişmanlık duymalarına rağmen, kendilerini" kurtaramamaktadırlar. Sonuç mu, aynen aktarıyorum: "Terörün doğuracağı kötü sonuçların yeterince bilinmemesi, terörizmin getireceği yokluk, sıkıntı ve hürriyetlerin kısıtlanması, hakların kötüye kullanılması bilgi ve anlayış azlığının doğurduğu sonuçtur."

2- Kamuoyunun Terör Konusunda Eğitim Yetersizliği

Teröristlerin yöntemlerine kamuoyunun "yabancı olması" ve "gazete, radyo ve televizyonlarda teröristlerin yaptıklarının sıradan olaylar gibi anlatılması terörün kanıksanmasına yol açmaktadır." İnsanların "bilgi ve anlayış azlığı" ve "terör konusunda eğitim yetersizliği", "anarşist faaliyetlerin artmasına neden olmakla" birlikte, "Türkiye'de, anarşi ve terör halktan destek görmemiştir." Bunda ise, "terörizme karşı mücadele eden uzmanların, halkla yüz yüze görüş alış verişinde bulunması" ve "sivil savunma kurumları"(?) önemli rol oynamaktadır.

3- Bazı Kişi ve Kuruluşların Bilerek veya Bilmeyerek Terörizme Katkısı

Bazı kişi ve kuruluşlar, bilerek veya bilmeyerek "terörizme katkıda bulunurlar" "tespiti"nden sonra, bunun nasıl sağlandığı belirtiliyor: "Teröristler bu tür kuruluşlara sızarak, kişilerin haklarını savunur görünerek kendilerine yandaş toplarlar." Sorunlarına "kısa yoldan çözüm" bulmak isteyen kişilerin "bu tür örgütlerin amaçlarına alet" olabildikleri, bunun da "ideolojik görüşlerini gündemde tutmak için, faydacı bir yol izleyerek, insanları kışkırtmak suretiyle, terörün yandaşı durumuna sokulmak" suretiyle gerçekleştiği kaydediliyor. Teröristlerin bu tür "oyunlarına" çare olarak ise "Türk vatandaşlarının bu konuda bilinçli" ve "tezgahlara karşı dikkatli" olmaları ile "devlete güvenmek ve devletin yanında" yer almaları gösteriliyor.

4- Bazı Kitle Haberleşme Araçlarının Bilerek veya Bilmeyerek Terörizme Katkısı

Basın konusunda bazı "genel" bilgilerin verildiği bu başlık altında özellikle "her 'gazete', haber ve yorum satan bir firmadır" ifadesinden hareketle basının "Bir bakıma ticari yönü ağır basan bir faaliyet sahası" olduğu belirtiliyor. Fakat basının "terörizme katkısı"na değinilmiyor. Bunun yerine basının "Milli konularda, dayanışma içinde ve hükümetle işbirliği halinde" hareket etmesinden ve "Basın özgürlüğünün serbest iradeyle çizilmiş bir milli menfaat sınırı" bulunduğundan bahsediliyor.

5- Terörü Destekleyen Devletlerin Varlığı

Burada "anarşi ve terörün son zamanlarda yayılmasının temeli" olarak, "bazı devletlerin desteği" gösterilirken, "cephe savaşları"nın yerini alan "soğuk ve kültürel savaş"lar yoluyla, cephe savaşlarına cesaret edemeyen devletlerin komşularını veya ekonomik çıkarı olan ülkeyi hedefleyerek, o ülkede terörü körükledikleri ve destekledikleri vurgulanmaktadır. Öğrenciler bu başlık altında özetle, teröristleri destekleyen "harici düşmanlar" konusunda uyarılıyorlar.

6- Bazı Silah Üreticilerinin Örgütlere Silah Satması

Silahın, "insanoğlunun var olduğundan beri, yemek içmek kadar" bir "ihtiyaç" unsuru olduğu ve bunun önceleri "doğadaki diğer canlıları avlamak veya onlardan yararlanmak için", daha sonraları ise insanların "birbirlerine karşı kullanmaya" başladıkları kaydediliyor. Teknolojik gelişmeyle birlikte, "daha öldürücü" silahların üretildiği ve bu sayede terör örgütlerinin silah üreten ülkeler açısından "cazip pazarlar" oluşturduğu ve bunun da terörün yaygınlaşmasına "katkı" sağladığı ifade ediliyor.

7- Ülkeler Arasında İşbirliğinin Sağlanamaması

"Milletlerarası terörizmin önlenmesi için, bütün devletler ortak hareket etmek zorundadır" şeklindeki "çağrı"dan sonra, bir kez daha öğrenciler muhatap olmaktan çıkıyor -kitabın çoğu yerinde buna rastlamak mümkün- ve doğrudan "dış düşman"lara sesleniliyor: "Ülkeler terörün gelecekte kendi ülkeleri için tehdit unsuru olabileceğini düşünerek, bunu önlemek için işbirliği içinde olmalıdırlar. Bütün dünyayı ilgilendiren, potansiyel tehdit oluşturan anarşi ve terör için, ülkeler işbirliği içinde birlikte önlem almalıdırlar. Aksi durumlarda terör silahı, kendilerine döner. Dünya tarihi bunun örnekleriyle doludur."

Buradan hareketle "terörü korumanın" "insan hakları ihlali" olduğu ve "saygın devlet"in "teröre hoşgörü ile bakmayan devlet" olduğu belirtilerek bir "öneri"de bulunuluyor: "Terörü destekleyen, teröristi koruyan ülkelerin, karşı devletler tarafından çeşitli yaptırımlarla karşı karşıya bırakılması yönünde, anlayış birliği oluşturulmalıdır." Atatürk'ün "Yurtta sulh, cihanda sulh" hedefiyle, "Devletimizi, ülkeler arasında işbirliğine taşıma"nın bir zorunluluk olduğu belirtiliyor. Bu "hedef"in "korkaklık ve uyuşukluk" şeklinde değerlendirilmesine de şiddetle karşı çıkılarak şöyle deniliyor: "Evrensel değerlerin korunması ... bütün dünyanın sahip çıkması gereken bir ilkedir."

8- Halkın Yeteri Kadar Duyarlı Olmaması

Hatırlanacağı gibi bu bölümün en başında terör konusunda "bilgi ve anlayış azlığı"ndan hareketle "cahillikle" suçlanan halk burada, "teröre duyarsız" olmakla da suçlanıyor. Ayrıca "Felaketin boyutlarını büyüten nedenler"den de halk sorumlu tutuluyor ve bu durumun "Vatandaşların duyarsız olması, olaylar karşısında bilinçli düşünmeleri (düşünmemeleri demek isteniyor)", "teröristi ihbar etmeme, bilmeden misafir gibi saklama, yataklık yapma, giyecek ve yiyecek temini" gibi sonuçları beraberinde getirdiği dile getiriliyor. Bu "duyarsızlık" nedeniyle "meydana gelen, siyasal, ekonomik ve sosyal sıkıntıları hep birlikte çekme" durumuyla karşılaşıldığı belirtilerek "Vatanına karşı sorumluluğu olan insanlar, bu gibi durumlarda güvenlik kuvvetlerine uyarıda bulunarak, hem doğacak zarar ve ziyanları önlemiş, hem de vatandaşlık görevlerini yerine getirmiş olurlar" denmektedir.

Türkiye'de terörün varoluş nedenleri ve bunun sorumluları atlanarak ele alınan "Terörün Yayılma Sebepleri"nin arkasında gösterilen "cahil ve duyarsız halk", "bilerek veya bilmeyerek terörizme katkı" sağlayan kişi, kurum ve basın organları ile dış devletler konusundan sonra "Terörle Mücadelede Kişilere Düşen Görevler" aktarılıyor. Kişilere -bunların sıradan kişiler olmadığını anlamak için görevlerine bakmak yeterli - şu görevlerin düştüğü uygun görülmüş: "Milli hedefler doğrultusunda bilinçli olmak", Eğitim ve öğretimi, milli birlik ve beraberliği sağlayıcı ve güçlendirici tarzda sürdürmek", "Yıkıcı ve bölücü faaliyetlere karşı bilinçli olmak", "Yıkıcı ve bölücü faaliyetleri etkisiz kılabilecek düşünce yapısına sahip olmak", "Terörizme karşı duyarlı olmak", "Türkiye Cumhuriyeti'ne, Türk toplumuna, Türk milli değer ve kültürüne bağlı olmak", Cumhuriyet yönetimine inançla bağlı olmak", "Türk olmakla gurur duymak" ve "Vatan ve bayrak sevgisi ile dolu olmak".

a- Milli Hedefler Doğrultusunda Bilinçli Olmak

Türkiye'de en önemli milli hedefin, "Atatürk'ün gösterdiği 'çağdaş uygarlık seviyesinin üzerine çıkmak'" olduğu belirtilerek "Türk çocukları bu hedefin gerçekleşmesi için çaba" göstermeye çağrılıyor. Çocuklarda "bu bilinç güçlendikçe, milli birlik ve dayanışma ruhu"nun artacağı öne sürülüyor. Bu konuda Atatürk'ün ilkelerinin "milli hedeflerimize bizi ulaştıracak yolları" belirlemesine örneklik teşkil ettiği kaydedilerek "açıklamalı" örnekler veriliyor: "Laiklik ilkesi, çağdaş bir toplum olmamızın temel koşuludur. Milliyetçilik ilkesi, hiçbir vatandaşı ayırt etmeksizin, milli bütünlüğümüzü sağlamanın yoludur."

b- Eğitim ve Öğretimi, Milli Birlik ve Beraberliği Sağlayıcı ve Güçlendirici Tarzda Sürdürmek

Konunun başlangıcında verilen bilgilerle sonunda verilenler birbiriyle çelişmektedir. Örneğin başlangıçta "Eğitim, insan haklarını uygulama düzeyinde bilen, gerektiğinde savunabilen insanlar yetiştirmelidir. Türkiye'nin demokratik bir ülke olması temelde buna bağlıdır." denildikten bir süre sonra Atatürk'ün bir sözünden de cesaret alarak "Eğitimde milli birlik ve beraberliği bozan davranışlara yer verilmemelidir" sonucuna varılıyor. Ne denmek istendiğini ise, bu cümleden hemen sonra verilen Milli Eğitim Temel Kanunu'ndan alınan bir maddede ayrıntılı şekilde görüyoruz: "Türk Milli Eğitiminin genel amacı, Türk milletinin bütün fertlerini, Atatürk İnkılap ve ilkelerine(sanki sıralama değişmiş) ve Anayasa'da ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine bağlı; Türk milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan; insan haklarına ve Anayasanın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı görev sorumluluklarını bilen ve bunları davranış halene getirmiş yurttaşlar olarak yetiştirmektir."

Bu kadar çelişkiden sonra konu, her açıdan "anlam"lı iki cümleyle bitiriliyor: "Yaşamak isteyen hiçbir millet bölücülük, bölgecilik ve mezhepçilik gibi faaliyetlere asla müsaade etmez. Bir millet her şeyden önce kendini, kendi okullarında öğretmelidir."

c- Yıkıcı ve Bölücü Faaliyetlere Karşı Bilinçli Olmak

"Türk askeri güven kaynağımızdır" resimaltı yazısıyla elinde silahı olan bir asker görüntüsüyle sunulan bu başlık altındaki ifadelerle herkes bir kez daha "yıkıcı ve bölücü" unsurlara karşı "milli bilinçle" sarılmaya çağrılıyor. Sözü geçen bilincin, "bütün zümre ve tabakaları birbirine bağlayan güçlü bir yapı" olduğu, "Bu bilincin kuvveti ile herkesin huzur ve refahtan payını" aldığı ve bunun zayıflaması durumunda, milletin çözüleceği, egoizmin artacağı, yolsuzluk ve adaletsizliklerin çoğalacağı yazılıyor. Bu durumda da, milletin düşman kamplara bölünüp, milli devleti zayıflatacağı kaydediliyor. Bu durumun önüne geçmek için çözüm şu: "Herkes yıkıcı ve bölücü faaliyetlerin her türlüsüne karşı, milli bilinci taşımalıdır."

d- Yıkıcı ve Bölücü Faaliyetleri Etkisiz Kılabilecek Düşünce Yapısına Sahip Olmak

Bu "düşünce yapısı"nın "tarihsel geçmişle uzlaşmayan, milli kültür ve uygarlıkla bağdaşmayan, manevi değerlerimizle kaynaşmayan, milli ülkülerimiz ile bütünleşmeyen" bir yapı yerine, geleceğe ümitle bakan, tarihe saygılı, yeniliklere açık, geleneklerine bağlı, inançlara saygılı, köktendinciliği reddeden, taassubu sevmeyen, gerici ve yobaz olmayan, kimseyi ikinci sınıf bir vatandaş olarak görmeyen, Atatürk'ün ideallerine gönülden bağlı, bölücü ve yıkıcı olmayan bir yapıya sahip olduğu aktarılıyor. Bu özelliklerin tamamına "Türk milleti"nin sahip olduğu ve buna aykırı düşen fikirlerin Türkiye'de "başarılı olma şansı" bulunmadığı belirtiliyor.

Her yönüyle mevcut resmi ideolojiye ve bunun nefes borularına işaret eden bu "düşünce yapısı"nın sonunda öğrencilere bir soruyla da kendi kendilerine "düşünme" imkanı veriliyor. Soru şu; "İnsanların, din ve vicdan hürriyetini kendilerine göre yorumlayarak hayata aktarmalarının sakıncaları neler olabilir?" Bu noktaya kadar, bir cümleliğine de olsa, din ve vicdan hürriyeti ile tanışmayan öğrencilerin bu "objektif" soruya, ne cevap vermelerini beklersiniz?!

e- Terörizme Karşı Duyarlı Olmak

Unutulur endişesiyle teröre karşı bilinç, burada bir kez daha hatırlatılıyor ve insanlar üzerlerine düşen görevleri yerine getirmeye çağrılıyorlar. Bu konuda "Her türlü dayanışmanın ahlaki bir tutum" olduğu ve bunun aynı zamanda "vatandaş olmanın da görevi(? gereği mi olacak acaba)" anlamına geldiği ifade edilerek insanlardan "tepkilerini yasal yollardan" duyurmaları isteniyor. Bunun da, "terörizmin karşısında bilinçli, duyarlı bir sivil toplum" oluşturmakla mümkün olacağı kaydediliyor.

f- Türkiye Cumhuriyeti'ne Türk Toplumuna, Türk Milli Değer ve Kültürüne Bağlı Olmak

Öğrencilere ders anlatmaktan ziyade yer yer savunma ve yer yer de buyurma psikolojisiyle kaleme alınan bu metinde, Türk çocukları ve gençlerinin, Atatürk ve ilkeleri ile Türk milletinin karakterine "en uygun yönetim sistemi" olan cumhuriyete bağlı yurttaşlar olarak yetişmelerinin "şart" olduğu kaydediliyor. Ayrıca gençlerin, "Türk milletinin yaşayışına en uygun rejim" cumhuriyet konusunda "yeterli, köklü ve kalıcı bilgi ve becerilerle" donatılmalarının gerekliliği de vurgulanıyor.

g- Cumhuriyet Yönetimine İnançla Bağlı Olmak

Cumhuriyet hakkında verilen bazı teorik bilgilerden, Türkiye Cumhuriyeti'ne geçiliyor ve Atatürk'ün Türkiye Cumhuriyeti'ni "Türk vatandaşlarına armağan" ettiği hatırlatılıyor. Bu nedenle "Onu sürdürmek, kollamak ve korumak tüm kişi, kurum ve kuruluşların ödevi olmalı" denilerek, "Türk gençleri ve yüce Türk milleti"nin, "cumhuriyete büyük bir sevgi ve inançla bağlı" olduğu ifade ediliyor.

h- Türk Olmakla Gurur Duymak

"İlk defa Göktürk Devleti" tarafından kullanılan ve zamanla "Türk soyuna mensup olan bütün toplulukları ifade eden milli bir ad" olarak görülen "Türk" kelimesine "çok anlam yüklendiği", ancak bunlardan ikisinin "bilimsel olarak, daha çok kabul gördüğü" kaydediliyor. "Türk"ün "bilimsel" ilk anlamı "doğan, türeyen, çoğalan" iken ikinci anlamı "güçlü, kuvvetli, kudretli, olgun" olarak sıralanıyor. Tüm bunların bir "gurur" vesilesi olduğu şu cümleyle dile getiriliyor: "Türk milletine mensup olduğumuz için gurur duyuyoruz." Atatürk de zaten "Ne mutlu Türk'üm diyene" demiştir. Bundan hareketle "Kendini Türk olarak kabul eden herkes"in Türk olduğu ve bunun da "kültürümüzdeki çoklukta birliği ifade" ettiği belirtiliyor. Tüm bunlardan sonra Atatürk'ten aktarılan bir cümleyle de "Türk'ün ve de Atatürk'ün kutsallığı" açıkça ifade ediliyor: "Benim yaradılışımda fevkalade olan bir şey varsa, Türk olarak dünyaya gelmemdir." Ve öğrencilere son bir hatırlatma "Büyük atamızın dediği gibi, çalışıp, övünüp, güvenmeliyiz."

i- Vatan ve Bayrak Sevgisiyle Dolu Olmak

Vatan ve bayrağın "en yüce değerler" olduğundan hareketle, "Türk insanı"nın, "vatanını ve bayrağını canından çok" sevip koruduğu önemle vurgulanıyor. Bu nedenle bayrağın "milletimizin bağımsızlık sembolü olan kutsal bir varlık", vatanın ise, "sadece bir toprak parçası" olmayıp, "üzerinde kültürlerin, anıların yaşandığı bir yurt" olduğu ve bunlara karşı "maddi ve manevi bağlılık" duymanın herkes için vatandaşlık görevi olduğu ifade ediliyor. Ayrıca milletlerin "özgür" olması "semada dalgalanan" bayrakla sınırlanırken, "bayrağı olmayan milletler"in ise, "tutsak milletler" olduğu kabul ediliyor.

Güncel Tehdit ya da İç Tehdit Unsurlarının Hedefleri

"Terörle Mücadelede Kişilere Düşen" görevlendirmenin ardından, 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısıyla belirginleşen ve o günden bugüne MGK bildirilerinin neredeyse tamamının esasını teşkil eden "İç ve Dış Tehdit Unsurları"nın hedeflerine geçiliyor. Bu kapsamda ilk önce "bölücü, yıkıcı ve irticai" olarak üç kategoriye ayrılan "İç Tehdit Unsurlarının Hedefleri" işleniyor.

Bu üç unsurun "Türk yurdunu bölerek parçalamayı, Türk milletini içten çökertmeyi, devlet gücünü ele geçirmeyi ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni ortadan kaldırmayı" "hedef"ledikleri, "Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin var oluşunun temel kaynağı olan, Atatürk ilkeleri ve cumhuriyet yönetimini ortadan kaldırmayı" ise "amaç" edindikleri belirtiliyor.

Bu tehdit unsurlarının, belirtilen hedeflere ulaşmak için de şu "yolları" izledikleri kaydediliyor: "Yıkıcı ve bölücü örgütler, amaçları doğrultusunda kullanabilecekleri her türlü kuruluşa sızarak kontrolü ele geçirmek", "Halk üzerinde korku ve dehşet yaratarak, halkı istedikleri doğrultuda yönlendirmek", "Bazı gerçekleri kendi amaçları doğrultusunda istismar ederek, toplumda huzursuzluk yaratmak", "Amaçlarına ulaşmak için, her türlü uyuşturucu madde ve silah kaçakçılığı yaparak ekonomik yönden güçlü olmak", "Para ve başka vaatlerle gençleri örgüt amaçları doğrultusunda kullanmak", "Irk ve mezhep ayrımcılığı yapmak", "İşçi ve işveren arasında sürekli huzursuzluk yaratmak. Onları kanunsuz eylemlere sürüklemek" ve "Öldürme, bombalama, kaçırma ve tehdit yolu ile propagandalarına süreklilik kazandırmak."

"İç Tehdit Unsurları"nın, sıralanan bu "amaç" ve "yolları", daha sonra 6 başlık altında, "teröristler" de dahil edilerek "karma" bir şekilde tekrar veriliyor. Bu başlıklar şöyle: "Hedef Ülkede Anarşi ve Terör Ortamı", Devlet Otoritesini Sarsmak", "Toplumu Yönetilemez Hale Getirmek", Devletin ülkesi ve Milletiyle Olan Bütünlüğünü Parçalamak", "Çağdaş Anlayışı Yıkmak" ve "Ülkede Rejimi Değiştirerek Kendi Görüşlerinin Etkin Olduğu Bir Düzen Kurmak".

Özellikle bu ünitenin tamamı, baştan sona bir savaş psikolojisinde hazırlanmış olduğundan -kitabın koordinatörünün bir akademisyen olmasına rağmen- tekrarların bu sayfalarda tam bir "hücum" mantığıyla sıralandığını görüyoruz.

"Hedef Ülkede Anarşi ve Terör Ortamı" başlığı altında teröristlerin, "hedef ülkede amaçlarına ulaşmak için propaganda yaparak, devlet kuruluşlarına sızarak yönetimde etkili" olmaya çalıştıkları ve "anarşi ve terör ortamı yaratarak, halkı korkutup sindirmek, emniyet güçlerini başarısızlığa uğratmak, böylece devlete olan güveni sarsmak" istedikleri vurgulanıyor. Ayrıca "destekçileri" ile birlikte, "ülkenin insanlarını sosyal adalet, eşitlik ve ücret dağılımında adaletsizlik gibi konularda istismar ederek, onları suça" kışkırttıkları, "masum insanları tehdit ederek veya para gücü ile kandırarak, kitleleri yanlarına çekmeye" çalıştıkları belirtilerek "Gençler bu tuzaklara düşmemelidir" deniliyor.

"Hep Suçlu" Muamelesi ve Devlet

"Devlet Otoritesini Sarsan" anarşinin "korkunçluğu" bir kez daha tekrarlanarak yeni bir tanımı daha yapılıyor: "insanları her türlü yıkıcı ve bölücü fikri kabule hazır hale getiren bir yöntem." Amacının "Türk Devleti'nin otoritesini sarsmak ve yıkmak" olduğu, bunu da "Türk ulusunun milli birlik ve bütünlüğünü bozarak, devleti ayakta tutan ordu, polis ve bürokrasi gibi devlet güçlerini asli fonksiyonlarını yapamayacak hale getirmek suretiyle" gerçekleştirdiği ifade ediliyor.

Ayrıca "Yıkıcı, bölücü ve irticai" unsurların birbirlerinden tamamen bağımsız olmadıkları, "Atatürk İlkelerine karşı olmaları" gibi "ortak nokta"ları bulunduğu kaydediliyor. Bu unsurların "resmi ideolojiye karşıyız" söylemlerinin, "Atatürk'ün kurduğu Türk Devleti'nin temel niteliklerine karşı olmalarının bir göstergesi" olduğu ve halkın "Devletin güçleri; aşağılanır, memurları korkutulur, sürekli şikayet edilerek görev yapmaları engellenirse, devlete karşı güven duyguları"nın azalacağı ve sonuçta "hep suçlu" muamelesi gören devletin otoritesinin sarsılacağı söyleniyor.

Çıkardıkları "kargaşa" ortamı ile "toplumu yönetilemez duruma düşürmeyi", "nihai hedef" edinen teröristlerin, bu yolda "masraf"tan kaçınmadıkları ve "güçlükle kazanılan bağımsızlığı" sürdürmede "kültür çeşitliliği"nin "itici" bir konuma sahip olmasından hareketle, "önemli" olanın "bu çeşitliliği yerel ölçülerden milliliğe, oradan da evrensel güce ulaştırmak" olduğu belirtilerek "Türk çocukları"na "Vatan bir bütündür, parçalanamaz" sözünün anlamını iyi bilmeleri tavsiye ediliyor.

Milli Bünyeye Zarar Veren "Çaba"lar

Bununla birlikte "çağdaş anlayışı yıkmayı" da amaçlayan "iç tehdit unsurları"nın, "ülkede rejimi değiştirerek kendi görüşlerinin etkin olduğu bir düzen" kurmak istedikleri belirtiliyor. Bu nedenle çağdaşlığın, "ilkelliğin ve bağnazlığın karşıtı bir kavram" olduğu ve "inceliğini ve güzelliğini yakalamak için, insanın zihniyetine yerleştirmek" gerektiğinden söz ediliyor. Bu arada gençler, "Atatürk'ün 'Ey Türk Gençliği!' diye başlayan Gençliğe Hitabesi"ni okuyup, düşünmeye ve de açıklamaya davet ediliyorlar. "Atatürk'ün fikirlerini, 'devletin resmi ideolojisinin dayatması' sayanlar" konusunda da dikkatli olmaya çağrılan gençlere, "Türkiye'de Atatürk'ün kurduğu cumhuriyet" dışındaki "her çaba"nın "milli bünyeye zarar" verebileceği uyarısı yapılıyor.

Türkiye'ye yönelik "dış tehdit unsurları"nın ele alındığı bölümde "iç ve dış tehdit" unsurlarının birlikte hareket ettikleri anlatılıyor. Daha doğrusu, Türkiye'yi jeopolitik konumu nedeniyle ele geçirmek isteyen dış tehdit unsurlarının bu amaçla içerideki yıkıcı ve bölücü unsurlara yardım ettikleri, destekledikleri belirtiliyor. Ancak tüm bunların, Türkiye'nin dünya güç dengesinde çok önemli bir konuma sahip olması nedeniyle "dünya barışının tehdit"i anlamına geldiğinden, "aynı apartmanın değişik dairelerinde yaşayan ailelere" benzetilen milletler tarafından "ortak düşman" ilan edilmeleri isteniyor.

Terörü Aratan Kaçakçılık Anlayışı

"Milli Güvenlik ve Milli Güç Unsurları" adlı üçüncü ünitenin son konusunu "kaçakçılık" oluşturuyor- ve ilginç bir tanım yapılıyor: "Ülkeler arasında ikili veya çok taraflı anlaşmaların öngördüğü koşullara uymayarak gayri meşru büyük kazançlar elde etmek amacıyla; uyuşturucu madde, silah, altın, tarihi eser gibi maddelerin kanunsuz olarak alınıp satılmasına kaçakçılık denir." Terör konusunda olduğu gibi kaçakçılıkla mücadele konusunda da başarısızlığın arkasında milletlerin bir araya gelememeleri gösteriliyor ve "Tarihin hiçbir döneminde insanlık bugünkü kadar kaçakçılık denilen büyük bir felaketle karşı karşıya kalmamıştır" denilerek de öğrencilerin kaçakçılıktan mı yoksa, terörden mi daha çok "korkmaları" gerektiği konusunda ise net bir şey söylenmiyor. Fakat terörizmin "sadece uygarlığa değil, insanlığa karşı da bir tehdit" olduğu yönündeki ifadeleri temel alacak olursak, kaçakçılığın tehdit boyutunu çoktan aşıp "büyük bir felaket" noktasına ulaşmış olması dolayısıyla, öğrencilerin tercihte zorlanmayacakları anlaşılmaktadır.

Öğrencileri Rahatlatan Okuma Parçası

Dört ünitelik kitabın en uzun ve de en "ağır" bölümünü oluşturan üçüncü ünite de diğerleri gibi bir "okuma parçası" ile bitiyor. "Vatanın Temiz Köşesi" başlığını taşıyan bu parça, "cumhuriyet yönetimine inançla bağlı ve Türk olmakla gurur duyan vatandaş" olmanın gereklerini işleyen dördüncü ünitenin aksine, "insan hakları" açısından öğrencilere en anlamlı mesajı veriyor. Okuma parçası, televizyonda ünlü bir kişinin "Çevreyi hor kullanıyoruz. Çevreye karşı saygılı davranmıyoruz" sözlerini dinledikten bir süre sonra pikniğe giden ve piknik alanında televizyondaki ünlü kişiyi uzaktan görme imkanına kavuşan bir aileyi konu alıyor. Çevre konusunda nutuk atan ünlü bir televizyoncu ile aynı piknik alanını paylaşmaktan mutlu olan aile üyeleri, piknik bitiminde hayal kırıklığına uğruyorlar. Çünkü, televizyonda çevre konusunda insanlara uyarılarda bulunan kişi ve arkadaşları, geride çöp yığınları bırakarak piknik alanından ayrılıyorlar. Çelişkiyi üzüntüyle seyreden ailenin küçük kızı ile babası, ünlü kişi ve arkadaşlarının çöplerini toplayarak, ailenin diğer fertlerinin şaşkın bakışları arasında, arabalarına atlayarak hızla giden kişilere yetişmeye çalışıyorlar. Sonunda onlara yetişip durduruyorlar ve çevre konusunda nutuk atan kişiye kızın babası, "Beyefendi bunları unuttunuz" diyerek çöp poşetlerini teslim ediyor ve oradan hızla uzaklaşıyor.

Ünitenin daha en başında, "Hazırlık Çalışmaları" adı altında sıralanan "Milli Hedef, milli güç ne anlama gelmektedir? Araştırınız?, Atatürk'ün barış ile ilgili sözlerini araştırınız? Kurtuluş Savaşı'nda milli gücün ne gibi katkıları olmuştur?, Türk Silahlı Kuvvetlerinin görevlerini araştırınız?, Türk Silahlı Kuvvetlerinin Türkiye Cumhuriyeti ve Türk milleti için önemini yazınız? ve Terörün acımasız yüzünü gösteren resim ve ilgili yazıları toplayınız?" şeklindeki sorulardan bu "Okuma Parçası"na kadar, her an eli tetikte bir asker muamelesi gören öğrencilerin, çevre hakkı bilinci kırıntıları taşıyan bu parça ile stres attıkları söylenebilir mi?

İnsan Haklarını Korumada "Kişilik" Problemi

Kitabın dördüncü ve son ünitesinin başlığını "İnsan Hakları'nın Korunması'nda Karşılaşılan Sorunlar" oluşturuyor ve bu "sorunlar"ın sekiz alt başlık halinde aktarıldığını görüyoruz. Bunlar sırasıyla şöyle: Kişilerin Özelliklerinden Kaynaklanan Engeller, Eğitimsizlikten Kaynaklanan Engeller, Siyasal Nedenlerden Kaynaklanan Engeller, Ekonomik Nedenlerden Kaynaklanan Engeller, Kültürlerden Kaynaklanan Engeller, İnsan Olma Bilincinin Eksikliği, Hoşgörüsüzlük ve Toplumsal İlişkilerin Düzenlenme Bilinci.

İnsanların "fiziksel ve kişilik" özelliklerinin ana karnından itibaren oluşmaya başladığı ve "bunların sürekli gelişmesini sağlamak için eğitime ihtiyaç" duyulduğu belirtilerek "insan haklarının korunmasında kişilik özelliklerinden kaynaklanan bazı durumlar da engel olabilir" deniliyor. Son derece "doğal farklılıklar" oldukları kaydedilen bu kişilik özellikleri ise, "ön yargılı ve utangaç olma, sert tavır ve tutum içinde bulunma, sinirli, inatçı, korkak, bencil ve vurdumduymaz olma" şeklinde sıralanıyor. İnsan haklarının korunmasına "engel" teşkil eden bu özelliklerin alternatifi olarak "uyumlu kişilik" gösteriliyor ve böylesi bir kişiliğin "insan haklarının korunması, geliştirilmesi ve daha ileri düzeye taşınması" noktasında önem taşıdığı belirtiliyor.

Sonraki paragrafda, "kişiliklerden kaynaklanan engeller", Türkiye'de adeta yönetim pratiği halini almış bir örnekle de açıklanmaya çalışılıyor. Örneğe göre, "kavga ederken yakalanarak, karakola götürülen bir insanın her zaman suçlu olduğunu düşünen görevli" yanlış yapıyor; çünkü, bir insan "aksi ispat edilmedikçe suçlu sayılamaz." Yani bütün kabahat "uyumlu kişilik" sahibi olamayan görevlilerde(!) Bir süre sonra bu insanların aynı zamanda "eğitilmemiş" olduklarına da vurgu yapılıyor. Çünkü, "eğitilmiş insanların, kişilik özelliklerini daha kolay kontrol ettikleri ve haklara saygılı olduklarını" söylemenin de "olası bir durum" olduğu belirtiliyor. Bu nedenle, "Eğitilmiş insanların eğitilmemişlere göre, insan haklarına saygılı olma ve sahip çıkma oranı daha yüksektir" deniliyor.

Aynı şeyin toplumlar için de geçerli olduğu belirtilerek, "Bütün öğrenim kurumlarında, aile içi eğitimde, kamu kurum ve kuruluşlarında, insan haklarıyla ilgili hizmet içi eğitim yapılmalıdır." önerisinde bulunuluyor.

"Devlet Masum, Suçlu Bazı Görevliler"

"Türkiye'de insan hakları ihlalleri olduğu hususunda", ülke içinden ve dışından yapılan "eleştiriler ve baskılar"dan hareketle, "gözden uzak tutulmaması gereken" bir noktaya işaret ediliyor: "Devlet, insan haklarının korunması için etkin önlemler almasına rağmen, uygulamada kişisel hatalardan kaynaklanan ihlaller söz konusu olabilmektedir. Bu durum dünyaya, devletin suçu gibi yansımaktadır." Yani devlet masum(!) Suçlu; öteden beri belirtildiği gibi "kaba davranış sergileyen bazı görevliler." Bu nedenle de ihlaller münferit(!) Peki çözüm; "Bu olumsuzlukları ortadan kaldırmak ve insan haklarını korumak için eğitimli bireyler ve görevliler yetiştirmek."

"İnsan Haklarını Milli Düzeyde Koruyan Kuruluşlar" ve Devlet

Eğitim düzeyi düşük insanların devlete vermiş olduğu zararlar bunlarla da sınırlı değil. "Siyasal Nedenlerden Kaynaklanan Engeller" başlığı altında insanların düşüncelerini özgürce ifade edebilmeleri ve bu doğrultuda devlet yönetiminde etkili olmak istemelerinin "doğal hakları" olduğu belirtiliyor. Hatta kişilerin, düşüncelerine uygun herhangi bir siyasal partiyi destekleyebilecekleri ya da seçilme hakkını kullanarak yönetim sürecinde ülkesine hizmet edebileceği de kaydediliyor. Fakat her şey bu kadar da basit değil. Çünkü anayasadaki "kırılma noktaları" burada da geçerli. Olması gereken söz konusu cümlelerden sonra, "Ancak, ırkçılık, mezhep ayrımcılığı ve bölücülük yapan siyasi partiler, devletin düzenine yönelik ihlallere girişebileceğinden vatandaşlar, siyasal örgütlenme içinde yer alırken, böyle partilere karşı duyarlı olmalıdır, İnsanları 'bizden-bizden değil' şeklinde kamplara ayırma tehlikesini barındıran bu tür örgütlenmelerin önüne geçilmelidir." denilerek devletin vatandaşlarını, tabii "hukuk kuralları içerisinde" uyarıp koruması gerektiği belirtiyor.

Devletin bunu yapmaması durumunda ise, insanları "değişik kamplara bölme tehlikesi taşıyan" siyasi örgütlenmelerin, "iktidara geldiklerinde 'bizden' dedikleri insanları devlet kadrolarına alarak, devlet yapısında da örgütlenme içine girebilirler" denilerek "Bu durumda toplumda anarşi ortamının doğması" ihtimalinden söz ediliyor. Bu tür "tehlikeli" oluşumların da özellikle "eğitim düzeyi düşük insanlar üzerinde etkili" olduğu belirtiliyor.

Bunlara karşı devletin "önlem" alması gerektiğinden ve ayrıca bu mücadelede devlete yardımcı "sivil" kuruluşların varlığından da söz ediliyor. İsim vermeden, haklarında "Bu tür yapılanmalara karşı, insanları uyaran, insan haklarını milli düzeyde koruyan kuruluşlar vardır. Bunlar basın yayın organları yoluyla insanları bilinçlendirmeye çalışırlar." şeklinde sözler sarfedilen kuruluşların varlığı, Susurluk kazasında ortaya çıkan ve "devlet için" hizmet verdiği söylenen "gizli yapı"ları akla getiriyor. Çünkü o da varlığını devlete yardımcı olmaya borçlu. İkisinin farkı; biri devlete yardım işlevinden karanlık işleri ve ilişkileri tercih ederken, diğeri medyayı tercih ediyor. Fakat mesele bunların araç farklılığı değil. Asıl mesele, kendi amacı için her türlü aracı meşru gören "güçlere" arka çıkan ve bunun da meşruluğunu, öğrencilere aşılama yoluyla sağlamaya kalkışan devlet zihniyetinde.

"Çağdaş Eğitim ve Millilik"

Bu ünite de, birbirini tekrarlayan ya da "'Hukukun üstünlüğü' ilkesinin kabul gördüğü ve yerleşmiş olduğu toplumlarda, insan haklarına saygı düzeyi oldukça yüksektir. Devletimiz, bir hukuk devletidir. Ülkemizde haklarla ilgili her türlü insan davranışı hukuk kuralları çerçevesinde yürütüldüğünde, hak ihlalleri olmayacaktır. Herkes hakkını, hukuka dayandırarak aradığında, insan haklarına saygı en yüksek düzeye ulaşacaktır." şeklinde iddialı, abartılı, devletçi ve de çelişkili cümlelerin ardından bir okuma parçası ile noktalanıyor. Parçanın başlığı bu kitabın niçin bu derece "milli" olduğunu anlatmaya yetiyor: "Çağdaş Eğitimde Millilik". Ayrıca yazarı da sıradan bir insan değil; kitabın koordinatörü Prof. Dr. H. Nihat Bilgen. "Okuma Parçası"nın bazı cümlelerini aynen aktarıyoruz:

"Eğitimin çağdaş olması, devlete milli egemenliğin korunması için gereken nicelik ve nitelikte kuvvet sağlar... Çağdaş eğitimin amacı; milleti ve özelliklerini sürekli olarak öven bir eğitim yapmak değil, milletin bütün fertlerine, çağın en son bilgi, teknoloji, sanat ve değerlerini öğreterek onları dostlarının sevgi ve hayranlık duyduğu, düşmanlarının ise gücünden korktuğu ve kudretini saydığı bir düzeye çıkarmaktır. Eğitim insanımıza Türk kimliğini kazandırmalıdır. Bu kimlikte ay yıldızlı bayrağımız, şehit kanlarıyla sulanmış kutsal vatan toprağımız ve sevgili milletimiz, milli ve manevi değerlerimizin değişmez özellikleri olmalıdır.... Öğrenci milli varlıklarımızın hayat çevresi olan Türk vatanını bilmeli, sevmeli ve gerektiğinde onu korumalıdır. Türk vatanını bilmek; üzerinde yaşadığımız toprakların tarihini, coğrafyasını, kültürel değerlerini; bu topraklara ilişkin hikaye, masal, efsane, şiir gibi duygusal ve edebi anlatımları; taşını, toprağını, rengini, kokusunu, kurdunu, kuşunu bilmek demektir... Büyük Atatürk'ün 'Ne mutlu Türk'üm diyene' sözünün her türlü ayrımcılığı reddeden anlamına ulaşılmalıdır.... Çağdaş milli eğitim, çağın bilim, teknoloji, sanat ve değerlerini Türk kimliğinin düşünme sürecine veri tabanı yapabilen eğitimdir."

İnsan Hakları Yerine "Devlet Mücadelesi" ve Sonuç

Bu dört ünitenin sonunda öğrenciler, insan haklarını "doğru"dan "okuma" imkanına ancak kavuşuyorlar. Arka arkaya bulunan "İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi" ve "Çocuk Haklarına Dair Sözleşme"nin tek kusuru "sadeleştirilmiş ve kısaltılmış" olarak verilmesi.

Bu belgelere göz atan öğrenciler, kendilerine başından beri anlatılanların insan hakları ile bir ilişiğinin olmadığını kuşkusuz anlayacaklardır; fakat onların asıl anlaması ve de birilerinin anlatması gereken husus, bunun neden böyle olduğudur. Yani eğitimi tek başına elinde tutan devlet, insan hak ve özgürlükleri gibi insanoğlunun en masum evrensel değerini, nalıncı keseri gibi nasıl oluyor da kendine doğru yontarak veriyor? Her şey bu sorunun içeriğinde düğümleniyor.

Ortada insan haklarının konu edildiği bir kitap var ve bu kitap insan hakları felsefesiyle çelişiyor. Çünkü en başta devlet olması gereken rolünde anlatılmıyor. Kitaba göre devletin -bu Türkiye Cumhuriyeti Devleti- bir insan hakları sorunu yok, olamaz da zaten, devlet masum. Sorun tamamen devlete yönelik çeşitli tehdit unsurlarından kaynaklanıyor ve devlet bu konuda bir hedef durumunda. İnsan hakları ise bu unsurların bir aracı konumunda olup, bunların faaliyetleri -meşru faaliyetler de buna dahil, örneğin "devletin memuru"nu şikayet etmek devletin otoritesini sarsacağından bu tehlikeli bir faaliyet olarak yansıtılıyor- neticesinde hak ihlalleri yaşanıyor. Oysa teoride devlet her zaman insan hakları ihlallerine neden olan en büyük güçtür ve devletin varlığı, insan haklarının tehdit altında olması için yeterli bir nedendir. Dünyanın her yerinde bu böyledir. Çünkü devlet güce hükmederken, birey buna karşı savunmasızdır ve tek güvencesi diğer bireyler gibi hukuktan eşit bir şekilde yararlanmaktır. İdeal olan bunu kabul etmek ve devleti insan hak ve özgürlüklerini garanti altına alan ve hukukun üstünlüğü ilkesi üzerinde örgütlü bir aygıt haline getirme uğraşı vermektir.

Kitap insan haklarını devletin dışında değil de, devletin nüfuz alanı içinde, muhalif örgütlenmelere ve insanlara yönelik bir kullanım aracı olarak yürütmenin tasarılarını sunuyor. Yine kitaptaki insan haklarının öznesi insan değil, adeta devlet ve öğrenciler, böyle olduğu içindir ki, "devlet mücadelesi" vermek üzere eğitiliyorlar.

Anlaşılan, Türkiye'de devlet hizmet aracı olmayı kabullenip "kutsallığı"ndan vazgeçme niyetinde değil. Aksi bir durum söz konusu olsaydı, yaşama hakkı, ifade özgürlüğü ve din özgürlüğü, işkence, örgütlenme ve iletişim özgürlüğü, faili meçhul, kaçırma ve kayıp gibi alanlarla sınırlı olmayan ihlalleri gözardı ederek "milli" bir kitap hazırlamaya kalkışmazdı. En azından, yalnız kendinin söz sahibi olduğu eğitim sürecinin tamamında, "milli" bir "eğitim" sistemi uygulandığının bilincinde olarak, insan haklarını da bu sisteme alet etmeye yanaşmazdı. Vatandaşlık kavramını, bu ülkede yaşayan insanlarla kendisi arasında, hukuki bir bağdan çok organik bir ilişkinin güç merkezli resmiyete dökülmesi olarak yorumlayan ve buna itiraz edenleri "düşman", kabul edenleri "bilinçli vatandaş" diye tanımlayan devlet, insan hak ve özgürlüklerinin de "sahibi" olmak istiyor. Ne kadar "masum" bir girişim değil mi?

YAYIN BİLGİLERİKategori Adı MakalelerTarih 2004-08-27
Şube ve Temsilcilerimiz
mazlumder-genel-merkez
İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği - MAZLUMDER GENEL MERKEZ
Adres: Molla Gürani Mh. Şehit Pilot Mahmut Nedim Sk, No: 5 Kat: 4 Fatih / İSTANBUL (Aksaray Metro Durağı B Kapısı Karşısı)
E-posta: mazlumder[a]gmail.com | Telefon: +90 (0212) 526 2440 | Faks: +90 (0212) 526 2438

Ziyaretçi Sayımız : 4643774